SÖYLEŞİ: NEDİM ROJHAT YEŞİLÇINAR

Dilop okurları yakından tanır Fewzî Bîlge’yi. Kimi zaman derginin kapağında yer alan resimleriyle, kimi zaman derginin o sayısının gündemini tutan resim ve resme yönelik yazılarıyla karşımıza çıktı. Bu kez Fewzî Bîlge’nin atölyesinde sanattan, politikadan bir çok şeyi konuşmak istedik. Bîlge’nin atölyesinin adı: Bakurart. Atölye’ye girdiğimizde ressam Fewzî Bîlge’nin fırçasından dökülen hikâyelere tanıklık ediyoruz. Her çizgi, yalnızca bir sanat eseri değil; halkının yaşadığı acıların, sevinçlerin ve zamana direnme çabasının sessiz bir anlatıcısı. Tuvallerdeki renkler, zamanla yerini derin bir karanlığa bırakırken, resimlerin sesi yükseliyor, adeta bir çığlık gibi. İstanbul Cihangir’deki Bakurart Resim Atölyesi’nde, izleyiciyi içine çeken bu çizgisel yolculukta, yalnızca sanatçının dünyasına değil, kendi iç dünyamıza da bir pencere aralıyoruz. “Kargam ve Ben” resminde üstüme doğru gelen barbar savaşçıların korkusunu hissederken, “Zeytin Ağacı” resminin önünde oturup, ağacın gölgesinde kaçak çayınızı yudumluyorsunuz. Hiç tanımadığınız yaşlı bir kadının gözlerinde kaybolabiliyorsunuz. Kendinizden bir parça bulmaya hazır olun; bu yolculuk, sadece izlemek değil, hissetmek üzerine kurulu çünkü.
-Vedat Türkali’nin şarkılaştırılan şiirinde “Hey sen güzelsin kavgamızın şehri” der İstanbul için. Kürtler için de İstanbul, “kavgamızın şehri” midir? Bakurart’ı burada kurmak sizin de “kavganızın” bir parçası mıydı?
Evet sayılır. Çünkü İstanbul artık Kürt nüfusun da yoğun olduğu bir yer. Daha önce, öğrencilik yıllarımda çok uzun yıllar burada yaşadım. Sonra ara verdim. 15-20 yıl kadar uzaklaştım. Tekrar döndüm. Türkiye’nin bir başka şehrinde rahat edemiyorum ama İstanbul farklı, beni kendine çeken bazı yönleri var.
-Peki atölyenizi “bakur”da yani adını taşıdığı yerde de açabilirdiniz. İstanbul’daki bir özel atölyeye “Bakurart” adını koymak nasıl aklınıza geldi?
Aslında isimle ilgili bayağı düşündük, tartıştık. Bir arkadaşla beraber açtık burayı. İsmini “Mardin Sanat” olarak düşündük bir ara. Sonra şu olsun, bu olsun diye bir sürü şey aklımıza geldi. “Mardin Sanat” biraz daha dar kalacaktı. Kuzeyli Kürtler olduğumuz için “bakur” olsun dedik. Bakurart’ı kuzeyin bir parçası olarak gördük, kendimiz de kuzeyli Kürt olduğumuz için.
Bakurart tabelası bir ayda iki kez baskın nedeni
-Belki sadece bir isim gibi gelebilir “Bakurart”, ama Kürtçeyi görmek, duymak, işitmek ve günlük hayatta da kullanmak anlamına geliyor herhalde…
Evet bu heyecanla ilk yerimizde ışıklı bir tabela astık ve bunu insanlar okusun, acaba bu ne demektir diye düşünsünler istedik. Tabela yüzünden bir ayda iki kez baskın düzenlendi. Karşı komşular bizi sürekli şikâyet etmeye başlamışlardı. Polisler gelip ifademizi aldı. Atölye didik didik arandı. Baktık resim yapmaktan çok bunlarla ilgilenmek zorunda kalacağız, dedik ki “Tabela bu seferlik olmayıversin.” Orayı terk ederek, buraya, yeni yerimize geçtik ve o tabelayı kapıya koymadık.
-Bu size geri adım gibi hissettirmedi mi?
Bu bir taviz sayılmaz. Atölyenin olduğu yer de buna çok uygun değil. İleride daha uygun bir yer olursa kapıya da koyarız. Ne yaparlarsa yapsınlar… Ama bu sayede baskınlardan kurtulup sanata dönebildik.
-Kürt kimliğinizin sanatsal üretiminiz üzerindeki etkilerine değinirsek…
Sanat eleştirmenleri Kürtlük yönümün soyut resimlerimde bayağı belirgin olduğunu ifade ediyor. Figüratif resimlerim biraz daha folklorik olduğu için zaten orada çok belirgin. Folklorik resimleri görenler, “Kimliğin dışarıya çıkıyor” diyorlar. Benim Kürtlüğüm resimlerime yansıyor. Sadece resimlerime değil, hayatımın her yerine yansıyor. Buna dair öğrencilik yıllarımdan geçen bir hikâyeden bahsedeyim. Öğrenciyken maceralı bir tutuklanma yaşandım. 4-5 cezaevi gezdim. Sağmalcılar, Trabzon, Sinop ve en son bizi Niğde’ye götürdüler. 150 kadar gençtik. Hepsi Türk soluydu. İçlerinde tek Kürt bendim. O zaman Kürtleri bulmak çok zordu. Bahsettiğim 79’lardı yanılmıyorsam. Tarihte bazen hatalar yapabilirim. Koğuşa girdiğimizde, koğuşun adı ÇBS’ydi. Yani “Çizgisi Belli Olmayan Sosyalistler” diye… İşte Ramazan Tolga, Ertuğrul Kürkçü gibi pek çok 12 Mart’tan kalan isim oradaydı. Şimdi o koğuşta benim dışımda başka Kürtler de vardı ama özellikle benim adım için bir “K” harfi koydular. Herkes ÇBS yani “Çizgisi Belli Olmayan Sosyalist”ti bense ÇBS-K yani “Çizgisi Belli Olmayan Sosyalist Kürt” olmuştum. Mesela Recep Maraşlı da vardı, Özgürlük Yolu’ndan 1-2 kişi daha vardı. Ama sadece bende “K” harfi bulunuyordu. O gün anlam veremediğim şeyi bugün algılayabiliyorum. Bu hikâyenin bugünü de var. Mesela metropollerde bütün sanat galerileri, sanatla ilgili dergiler, yayınlar ağırlıklı olarak Kemalistlerin elinde. Bu mecralara dahil olamıyorsun. Açıkça karşı durmasalar da sıcak da yaklaşmıyorlar.
-Sadece devletin kayıtlarında değil, yazılı olmayan şekilde de bu “damgalanma” hali sürüyor yani…
Ben yine de kendi yolumda ilerliyorum. Kürt ressam olduğunu söyleyenler var ama yazışmaları Türkçe, konuşmaları Türkçe, eserlerinin isimleri Türkçe, sanat bilgileri Türkçe, sergi isimleri Türkçe. Her şey Türkçe olunca biz senin Kürt bir ressam olduğunu nasıl bileceğiz? Hani bir yazarın kitabına Türkçe mi yazmış Kürtçe mi diye bakıp milliyetini buluruz ama resimde bunu bulmak çok zor. Onun için bu sorular geldiği zaman zorlanıyoruz. Nasıl bir şey yapacağız? Nasıl bir ölçü koyacağız? “Kürdüm” diyor ama bakıyorsun hiçbir şeyi Kürt değil. Ama “Kürdüm” diyor. Ben öyle bir şeyi sevmem. Kürt’sem Kürt’ümdür, o kadar.
-Günümüz Türkiye’sinde 23 yıllık iktidar karşısında muhalif olup da Kürtlere mesafeli olan bazı kesimler de kendilerini “ezilmiş” görüyor. Özellikle son operasyon, tutuklamalar ve eylemler malum… Artık bu kesimle iletişiminizin daha kolay olacağını düşünüyor musunuz?
Pratikte hiç de öyle değiller, ben bunu yaşadım. Hem muhalefette hem iktidarda bu var. Eskiden Beyoğlu Belediyesi iktidara bağlıyken bir sanat galerisi vardı. Ben Kürdistan’a gitmeden önce özellikle her yıl oraya dilekçe veriyordum. O zamanlar şimdiki gibi böyle sosyal medya falan gelişkin değildi. İnternet ağları yoktu, dilekçe veriyordun resim örnekleriyle birlikte… Onlar da sana “Kabul gördü” ya da “Kabul görmedi” diye yanıt verirdi. Her yıl dilekçe veriyordum ve hiçbir zaman olumlu cevap alamadım.

‘Kürtçe yaşıyorsan istenmiyorsun’
-Sizi kabul etmeyen sergiye gidip yerinize onay alanlara bakıyor muydunuz? Sorun gerçekten politik miydi?
Kesinlikle politikti. Gidip sergilere bakıyordum. Çok da düzeyli resimler değildi. Çok iyi olsalar yaptıkları doğru diye düşünebilirdim ki bence benim resimlerime bakmıyorlardı bile! Bakmadan “Yok” diyorlardı. Yıllarca böyle denedim. Yaptığım başvuruları araştırıyorlardı; resimlerin adı Kürtçe, hikâyeleri Kürtçe, her şeyin Kürtçe olduğunu görünce hoşlarına gitmiyor ve doğrudan reddediyorlardı. Sonrasında sözüm ona “Kürtlerle barışmak” için bir süreç başlattılar. O dönemde ben de Kürdistan’da atölyemi açmıştım. İstanbul’dan uzaktım. “Kültür Başkenti İstanbul” diye bir program yapmışlardı. Bu program için beni aradılar. Çok şaşırmıştım, “Kültür Müdürlüğü’nden arıyorum” dediklerinde. Buradan şunu anlıyorum, demek ki biliyorlardı ama beni çağırmıyorlardı. Belli bir imaj oluşturmak için çağırdılar ve ben de inat olsun diye geldim, sergiyi açtım. “Çelik’in İzleri” sergisi. Sonraki dönemde herşey tekrar başa döndü. Kürt olarak Kürtçe yaşıyorsan seni istemiyorlar ama Kürt olarak Türkçe yaşıyorsan herhangi bir sıkıntı yok. Özeti budur.
-Resimleriniz arasında “en”leriniz var mı? En sevdiğiniz, etkilendiğiniz eseriniz hangisi mesela? Ya da dışarıya çıkarmaya kıyamadığınız bir resminiz ve hikâyesi var mı?
Her dönem beğendiğin “en iyi resim” başkadır. Diyelim ki bir dönem 60 resim yaptın, içinde bir tane sizin en beğendiğinizdir. Ama bir sonraki yıl o sizin gözünüzde ikinci plana düşebiliyor. Yeni yaptığınız resimler içinde bir başkasını seçiyorsunuz. Yani sürekli değişen bir şey bu. Şimdiki son çalışmalarımı siyah-beyaz yaptım, renklerden arındırdım. Şu an arkanızda olanı çok sevdim. O bana heyecan verdi, çok hoşuma gitti. Kendimi onda buldum. Belki biraz kendimi, çocukluğumu, belki kargalarla olan ilişkimi, sevgimi. Kargaların bana verdiği hissiyat. Kuşların sevilmeyenleri, dışlananları. Karanlığa karşı kargaları korumaya çalışan bir çocuk. “Ben ve Kargam” son dönem yaptığım en iyi resimlerimden diyebilirim.
-Kargayı seçmenizde toplum tarafından “dışlanma”, “sevilmeme” hali mi etkili? Bu sadece sizin için değil. “Damgalanmış bir toplumun” bireyi olma hali açısından soruyorum.
Ben de kendim derken toplumsallaştırarak söylüyorum. Ve evet, kargayı halkım olarak görüyorum, onlarla özdeşleştiriyorum. Bunda Samed Behrengi’nin etkisi de büyük. Okumuşsunuzdur Ulduz ve Kargalar kitabını. Kargalara olan bütün yargımı yıktı ve o günden sonra kargaları çok sevmeye başladım. Küçücük bir hikâye ama beni o kadar etkilemiş ki! Resimlerimin çoğunda fark etmişsinizdir, sürekli karga vardır, onun figürü vardır. Samed Behrengi’nin etkisi olsa gerek.
-Çok renkli resimleriniz varken sonra siyah beyaza dönmenizin nedeni ne?
Ben şimdiye kadar çok renkli çalışıyordum ama İstanbul’a son gelişimin ardından renkleri attım. Nedenini tam olarak ben de bilmiyorum ama artık renklerden arındırmaya çalıştım. Sonra tekrar döner miyim bilmiyorum. Fotoğraf sanatçılarının sergilerine giderim, fotoğraflarına bakarım. Renkler beni etkilemiyor. Orada da siyah beyazlar beni daha çok etkiliyor. O zaman dedim ki “Niye resimde de siyah beyaz olmasın ki?” Bu sorudan sonra böyle bir yola başladım.

-Portrelerinizde toplumun farklı kesimlerinin yüzlerini yansıtıyorsunuz. Güncel olaylar ve toplumsal değişimler, portrelerinizde nasıl bir dönüşüme yol açtı?
Derinden etkiliyor. Mesela son 2-3 ay boyunca Rojava’dan dolayı inan ne yediğimi, içtiğimi, nasıl yattığımı, nasıl kalktığımı, neler yaptığımı bilmiyordum. Hatta sanatı bile neredeyse bir kenara atmışım. Sürekli kulağım radyoda, haberde oluyordu, neler yaşandığına dair. Aylarca süren bir stres. Çok etkiliyor ister istemez ama neyse ki son dönemde biraz rahatlama oldu ve ben de rahatladım. Sonrasında tekrar resim yapmaya başladım.
– Saraçhane’deki İmamoğlu eylemlerine gittiniz mi?
Ben gitmedim. Normalde giderdim ama gitmemeyi tercih ettim. Dürüst olmak lazım. Kendileriyle ilgili bir şey olduğu zaman bağırıp çağırıyorlar ama yıllardır yanlarında yaşananlarla ilgili tepki göstermiyorlar. Bu olmaz.
– “Çizdiğim aslında bizim yüzümüz” diyorsunuz eserleriniz için… Peki o yüz nasıl görünüyor sizce? Hangi duyguları barındırıyor, nasıl izler taşıyor?
Ben sürekli bilinçaltı yolculuklara çıkıyorum. Ve o yolculuklarımda sürekli geriye gidiyorum ve o geriye gidişlerimde günümüzden geçmişe gittiğimde beni üzen ve sevindiren noktalarda bir durak oluyor o olaylar. O duraktakiler neyse artık kafamda formlaşıyor ve onları resme dönüştürüyorum. Bazen folklorik öğeler oluyor, bazen tam günümüze ait böyle bayağı güncel olaylar oluyor. Mesela Narin cinayeti daha dün gibi. Onunla ilgili bir tablo yapmıştım. Dilop dergisine kapak olmuştu. Bazense belki iki bin yıl önce yaşamış bir kadının kıyafeti çıkıyor. Yani aslında bizim yüzümüz derken toplumun yüzünü yansıtmaya çalışıyorum. Resimlerim, hikâyem bu.
-Son dönemlerdeki eylemlerdeki pankartlar ve dövizleri de göz önünde tuttuğunuzda sanatın politik söylem aracı olabileceğine inanıyor musunuz?
Evet, inanıyorum ve sanat bence en etkili araçlardan biri. Şöyle örnek vereyim. Lisedeyken, Şivan Perwer’in o dönemlerde yaptığı müzik, beni etkilediği gibi binlerce Kürt gencini de etkilemiştir. Kendini ve ülkesini tanımasına neden olmuştur. Çünkü toplumumuzun bütün yazılı eserleri tahrip edilmiş ya da yok edilmiş olduğundan dengbejlik geleneği var. Dolayısıyla “Bizim toplumumuzda resim etkili” diyemem. Kürt toplumunun çok konuşulması tartışılması gereken problemleri var. Müslüman bir toplumun resme bakış açısı belli. Kiliselerde İsa heykelleri, resimleri var ama mesela bir camide bunu bulamazsın. Bu bir gerçek. Sorunlar saymakla bitmez. Resmi biraz sevdirmek, biraz tanıtmak gerek.
-Ama bizde de elimizde kalan tek şey dengbejlik. Sizin resim üstünden attığınız temel 100 yıl sonra bir tarihe dönüşmeyecek mi? Kürt resim tarihinin nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu göstermeyecek mi?
Elbette öyle. Çünkü biliyorsunuz Kürdistan tarih boyunca sürekli savaş alanı olmuş. Yani bütün mimari eserler yıkılmış. Resim müzik gibi değil. Bir dengbej düşünün dağ başında da yalnız başına da elini kulağına götürüp o anki duygularını aktarabilir ama bir ressam için öyle değil. Boyadır, palettir, tuvaldir. Dağa mı götürecek bunları? Mümkün değil. O koşulların oluşması engellenmiş. Kürt toplumunun diyalektiğinin kırılmasıdır bu. Öyle olunca da biz yıllardır o boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Ama nereye kadar götürebiliriz, nasıl götürebiliriz bilmiyorum.
‘Yokluğum, Kürtçe yaşayabildiğimi gösteriyor’
-Türk sanat dünyasında, Kürt kimliğiniz ve politik duruşunuzla nasıl bir karşılık buluyorsunuz?
Yokum. Bir yandan da olmadığım için seviniyorum. Çünkü bu benim Kürtçe yaşayabildiğimi gösteriyor. Ben sadece Kürdüm deyip geçen biri olmadığım için Türk sanat cephesi beni tanımıyor ya da tanımak istemiyor. Bir şey yapsam da görmezlikten geliniyor. Bunu hissedebiliyorum. Tavizkâr davransam beni görmeye çalışırlar ama bir duruşum var. Onlar da çekiniyorlar. Galerilerde bana yer vermek istemiyorlar. Çünkü sergimin, eserlerimin adını Kürtçe yazmak isteyeceğim, yapılan röportajları Kürtçe yapacağım. Bu da onların hoşuna gitmeyecek. Bunun için ben yokum.
-Rojava’da yaşananlara dönelim. Bir süre üretim yapmadığınızı söylediniz. Sonrasında resme yansıttınız mı?
Sıcağı sıcağına gelişmeler, bombalanmalar, ölümler… O hassasiyetimden dolayı yapamadım ama biriktirdim, biriktirdim ve en son bu rahatlama döneminde bir resim yaptım. Zeytinlerin çalınmasını resmettim. Bir kamyonda bir tane büyük bir zeytin ağacı. Yıllanmış bir zeytin ağacı, bir saksının içinde ve götürülüyor. Çalınıyor aslında. Bu beni en çok etkileyen şeylerden biriydi. Dilop’un bu sayısında da onu yazmamı istedi arkadaşlar. O sembolü kullanmak istedim.Bu bir birikimdi, bir tepkiydi. O dönem durmam, ileride resmetmeyeceğim ya da sanatımı etkilemeyecek anlamına gelmiyor.

-Zeytin ağacını çizerken o dökülen bombaları, atılan kurşunları hissettiniz mi? Sonuçta o araba da sadece bir araba değil…
O araba hırsızı temsil ediyor. Çok figüratif olsun istemedim ama sadece bir zeytin ağacı. Büyük bir kamyonun üzerine koymuşlar ve bu tarafa doğru geliyor. Evet bu tarafa. Zeytin ağacının arkasında halen kötülük ve savaş devam ediyor. Yani oradaki o çizgilere bakıldığında kurşunları ve bombaları görebilirsiniz.
-Ağaç neden direnmiyor?
O kadar direnebilmiş. Yapabilse gelmezdi. Bazen öyledir, mücadele edersin ama yenilebilirsin, bu da hayatın gerçeği. Bu ağaç ezen ulusun zaferi görünse de gittiği yerde toprağa köklerini saldığında onlara da barışın ne kadar güzel olduğunu öğretecek. Ve o gün kazanmış olacak! Yani kazanabilmek için kaybetmesi gerekiyormuş belki de.
Şimdiye kadar buraya bir tek Türk gelmedi!
-Resimleriniz sergilenmeye başladığında sizden çıkmış oluyor aslında. Sizin hikâyenize bakan kişide uyandırdığı duygularla onun hikayesi eşlik ediyor. Bu size ne hissettiriyor?
Neruda’dan örnek verelim. Postacı onun şiirlerini çalıp kendi sevgilisine gönderiyor. Sonra Neruda bunu fark edince ona kızıyor, “Benim şiirlerimi niye çalıyorsun?” diye. O da diyor ki “Şiir senin değildir, ihtiyacı olanındır.” Resim de öyle. Sen bir şey yaparsın ama bilinç seviyesine göre herkes farklı sonuca ulaşır. Yani senden çıkar. Yorumlamak sana düşmez. O bakan kişinin bakış açısı ile ilgilidir, sınır koyamazsın.
-Resimlerinize bakanların ne hissettiği değişse de Kürt gençlerin Bakurart ismine bakışları nasıl? Şunun için soruyorum, farklı bir dönem olabilir ama siz gençliğinizde İstanbul’a geldiğinizde “Bakurart” diye bir özel atölye olduğunu görseniz ne hissederdiniz?
Tarifsiz bir his olurdu. Heyecan duyacağım kesin. Gençler geliyorlar. Bayağı gelip bakıyorlar, etkileniyorlar, kendince bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bu son dönemi sadece bireysel çalışmalarıma adadım. Daha önce ders verdiğim gençler çok fazla gidip geliyordu. Şimdi daha çok entelektüeller, yazarlar, çizerler geliyor. Ama şimdiye kadar buraya bir tek Türk gelmedi. Dedim ya onlar için ben yokum.
-Bu röportajı da Türkçe yaptık ama siz yazımda ve üretimde Kürtçeyi tercih ediyorsunuz aslında. Kürtçe üretimin özel yanı ne ve Kürt gençlerine ne tavsiye edersiniz?
Kürtçe benim anadilim. Röportaja başladığımızdan beri şunu fark ediyorum, ben Türkçe konuşamıyorum, keşke Kürtçe olsaydı… Cümlelerimi kuramıyorum. Aslında kafamda bir şey var ama Kürtçe ifade etmeye alışmışım. Ben Kürtçe yazdığım ve konuştuğum zaman rahatlıyorum. Çünkü o benim. Sevgimi Kürtçe daha iyi ifade edebiliyorum ya da birine kızarken daha iyi küfredebiliyorum, daha içten küfredebiliyorum. Türkçe beni tam tatmin etmiyor. Yaban kalıyor, dışında kalıyorum. Sanki İngilizce öğrenmişim de İngilizce konuşuyorum gibi. Bu nedenle atölye dilim de Kürtçedir, her şeyim Kürtçe. Bunu çok doğal yapıyorum çünkü Kürdüm ben. Böyle yapmam gerekiyor. Kürtçe düşünülmeli, Kürtçe yazılmalı, Kürtçe okunmalı, Kürtçe yaşanmalıdır. Bir başka dile düşmanlığımız yok elbette. İsterse on dil öğrensinler ama en iyi kendi dillerini bilsinler…
Bir eleştirim de var. Kürt yazarlar Kürtçe yazmamayı tercih ediyor, ne kadar doğru bilmem ama “Para etmeyen bir dil” diyorlar. Çünkü İstanbul’da bazı Kürtler, İngilizceyi ana dilleri gibi öğrenebiliyor, Türkçeyi de bir Türk’ten daha iyi konuşabiliyor ama Kürtçeye sıra gelince “Ben kendimi Kürtçe ifade edemiyorum” diyebiliyorlar. Aslında buna gerek görmüyorlar. İhtiyaç duysalar öğrenecekler. Bence ne olursa olsun, bir Kürt, Kürt gibi yaşayabilmeli, yazmalı, okumalı, konuşmalı…
