‘KÜRT TÜRKLERİ’!

İBRAHİM KARACA

Sevgen’in kitabına göre, “1890’larda Türk Kürtlerinden bir grup”!

12 Eylül’le birlikte siyah beyaz ekranlarımızı günde sekiz vakit şereflendiren
Netekim Paşa, “Aziz Türk Milleti” diye başladığı lafını ayetlerle sürdürür, memleketi “anarşi”den nasıl kurtardığını ve on dakika daha geç kalsa başımıza neler geleceğini anlattıktan sonra parmağını sallar, uysa da uymasa da Atatürk’le
bitirirdi. Bu hareketler dinliyi dinden çıkarır mıydı bilmiyorum ama o günler dinden değil ‘in’den çıkarma günleriydi… “İninden” çıkarılan birçoğumuz hapislere atılmış, bir kısmımız asılmış, nefesimiz kesilmişti. Daha birkaç ay öncesine kadar “Hedef Turan Rehber Kuran” deyip höyküren soycu faşistlere uyuz oluyorduk, onlar da bize “Niye siz Türk değil misiniz?” deyip saldırıyorlardı. Şimdi de devletin Sünni İslam ile karışık yeni sentezine göre dayatılan “uçan kuşu ‘Türk’ yapma telaşı” var. Beni etnoloji merakına zorlayan şey işte bu ‘saçma’ telaştır. Yani “Etnik olarak Laz, Kürt, Arap, Çingene veya Türkmeniz belki ama yurttaşı olduğumuz ülke adı Türkiye olması nedeniyle ‘Türk’e dâhiliz… Gürciye olsaydı ‘Gürcü’ye dâhil olacaktık ne var bunda?” gibi bir düşünceye sahiptim (ulus- yurttaş bağlamında düşününce yine aynı kafadayım).

Elimdeki kitap o günlerden kalma: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri-Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi”… 1982 yılında babamın maliyedeki masasında görüp almıştım ama geri götürmemiştim. İlk sayfasında el yazısıyla,
“Ağır Ceza Mahkemesi, Rize” yazıyor. Ben geri götürmeyince babam da götürememiş, şimdi düşündüm.

Daha önce 1968-70 yıllarında bir dergide makale halinde yayınlanan yazılardan toparlanıp 1982 yılında yeniden basılan bir kitap bu. Hazırlayan kişilerin önsözde dediklerine göre; yazar Nazmi Sevgen (merhum emekli jandarma albay), bir İngiliz tarihçi tarafından Kürt tetkikleri üzerinde otorite sayılan dünyadaki ilk beş bilgin arasında gösterilmiş! Türkiye Türklüğü’nün bir parçası olarak yaşamış beyliklerden bir kısmını inceleyen bu araştırma kitabındaki ana fikir ise, her bakımdan kardeşlerimiz olan ‘Kürt Türkleri’nin kurduğu beyliklerin tarihi seyir
içerisinde nasıl geliştiklerini, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hukuki durumlarını ve dış güçler tarafından yönetime karşı nasıl kışkırtıldıklarını göstermeye matufmuş. Aynı yerde; tarihçisinin, dilcisinin ve sosyologunun lâyıkıyla ilgilenmemesi nedeniyle sosyal ve kültürel meselelerimizin ehliyetsizler ve maksatlı kişiler elinde kaldığı, giderek bunlara millî olmayan güçlerin sahip çıkmaya başladığı söyleniyor. Nazmi Sevgen ‘Kürt Türkleri’nin bu güçler tarafından nasıl bir oyuna getirilmek istendiğini kavrayıp ilmi araştırmalar yapmak suretiyle Türkiye’nin bütünlüğüne yönelen bu saldırıları göğüslemiş,
öyle deniliyor. Yazar sağ olsaydı böyle bir önsöz yazdırır mıydı bilmiyorum, çünkü kitap ‘önceden saptanmış amaca zorlanan bazı bilgiler’ içerse de bir araştırmayı yansıtıyor ve içerideki dil ile önsözdeki kaba propaganda dili birbirine uymuyor.

Bir miralay (şimdiki albay) doktor çocuğu olan Sevgen, yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptıktan sonra 1945 yılında albaylıktan emekli olmuş. Yani genç bir asker olarak görev yaptığı yıllar, Türkiye’nin ulus inşa dönemleridir.

Nazmi Sevgen’e göre, ‘Kürt Türklerinden köylü bir kadın’!

Yaptığı araştırmalar ve Osmanlı arşivlerinden edindiği belgelere dayanarak dönemin ideolojik ihtiyacına
hizmet edecek metinler ortaya koymuş. Helenlerden, Karduklardan, Pers, Haldi, Ermeni, Arap, Urartu ve Asurlulardan
şöyle bir bahsettikten sonra inşaat alanına geliyor ve Kürt şubelerinden olduğu söylenen Zazaların Dersim (Tunceli) bölgesine ne zaman yerleştiklerinin bilinmediğini belirtiyor. Dört satır aşağıda ise onların aslında ırk ve folklor olarak Moğolların önünden kaçıp Dersim dağlarına sığınan Harzemli Türkler (bazı satırlarda Türkmenler) olduğunu “tarihsel bir gerçek” olarak saptıyor. Bu Türkler tıpkı
diğer Kürt boyları gibi sığındıkları dağlık bölgede otoktonlarla (yerlilerle) kaynaşmış, dillerini karıştırmış, asıllarını unutmuşlar. Zazalar gibi doğudan Turanî olarak gelen Kürtler de varlıklarını korumak için erişilmesi güç bölgelere sığınmış, onlar da otoktonlarla kaynaşmışlar (otoktonlara bakar mısınız, her geleni kendilerine benzetmişler!).

Albay Sevgen bu düşüncesini, 1937’de kendi ifadesiyle Tunceli’de incelemeler yaparken konuştuğu bazı yaşlı Zazaların güzel bir Türkçe ile “Biz Horosan’dan
gelmiş Türkük” deyip ısrar etmelerine dayandırıyor. O veya bu etnik, her neyse, burada bir tartışma olsun diye değil ama ısrarla Türkmen olduğunu belirten bu yaşlı amcaların 1937-38 katliam ortamında aynı ısrarla “biz Zazayık” veya “biz Kürdük” deme şansları var mıydı? Viking olduklarını ifade etselerdi öyle mi sayacaktınız?

Sen o değil, busun!

Kendisini üretmeye çürümekte olan eskinin bağrında başlamayan her yeni, sırf eskiden sonra ortaya çıktığı için gerçekten yeni olamıyor. Nereye varıp ne yapacağını bilemediği için “sen o değil, busun” çıkmazına giriyor. Yani 1923’ü
başarıp 1937’ye geliyorsun, elindeki kumaştan “muasır” adlı bir takım elbise dikmek istiyorsun ama terzinin “özbeöz Türk” olmasını istiyorsun, yurttaş olması yetmiyor sana. Elindeki kumaşı harap edip ancak tek pantolon çıkarabiliyorsun
fakat onun da bir ayağı diğerinden kısa. Yüz sene sonraya gelirken, yaşadığın
onca önemli problemin kökünde bunun olduğunu defalarca görüyorsun ama hatırlatan herkese “bu pantolon sayesinde adam oldun” diyorsun… Bunu demekle hem milliyetçi hem cumhuriyetçi oluyorsun, sonuna “Allahın izniyle” lafını eklediğinde de Müslüman!..

Kitapta, bu fotoğraf için ‘Mahalli kıyafetli dağlı Türk savaşçıları’ ibaresi kullanılmış!

Bahse konu türden kaynaklara bakıldığında, “ulus” adına eski toplumun bağrında büyütülen bir birikimi değil, inşaat başladıktan sonra deneme yanılmalarla devam eden bir telaşı görüyor insan. Bu telaşla teori üretimi yapan ‘derin’ araştırmacıların hepsi de aynı yolu izliyor. Önce seçilen bölgeye dair ulaşabildikleri ilgili-ilgisiz ne kadar mitolojik, etnolojik, tarihi ve kültürel bilgi varsa önünüze yığıyor, alanda bulunan bütün kavimler arasındaki ilginç bağlardan veya bağsızlıklardan söz ediyor ve finale doğru ‘Türk’e bağlıyorlar. Yapılan şey, bilim kılığında propagandadır. Niye yaparlar, çünkü görevleri budur.

Macar Turancıları ve Turanî Milliyetçilik

Aslında bu yazı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE) tarafından yayınlanan ‘Kürt Türkleri’ kitabı hakkında bir değerlendirme yazısı gibi başlasa da amacı sadece bu değil, bir anlayışın eleştirisidir. “Çocuktum ufacıktım/ Top oynadım acıktım/ Buldum yerde bir erik/ Kaptı bir alageyik” dizeleriyle başlayan ‘Turan’ isimli şiiri yazan (Diyarbakır Çermikli Kürt) Ziya Gökalp de dâhil olmak üzere Türkiyeli bütün Turancılar, Macaristan Turan Hareketi’nin eseridir. Kendilerinin ‘Turanî’ bir soydan geldiklerini düşünen Macar Turancıları öncelikle Türkiye ve Bulgaristan olmak üzere, diğer ‘Turan Ülkeleri’nden çok sayıda öğrenciyi Macaristan’a getirdiler. 1919-21 yıllarında Budapeşte’de Turan öğrencileri için bir yurt, bir cami, bir Turan Kütüphanesi ve bir Turan Haber Ajansı kurulmuştu. 1930’dan sonra etkisizleşip gözden düşen bu hareketin kurucusu ve ideologu olan Pal Teleki, 1941 yılında Macaristan başbakanı bile olmuş, sonraki yıllarda intihar etmişti…

Macar Turancılarına göre Turan ırkı dünyadaki en asil ırktı. Macar ırkını savunmak yetmezdi sadece, yüz yıllar boyu diğer halklardan karışan Macar vatandaşlarını da ırksal temizliğe tabi tutmak gerekirdi. Bu Turancılar 1938’de yayımlanan bir broşürlerinde şöyle sesleniyorlardı: “Macaristan Turan Federasyonu’na göre şu kriterleri taşıyan birey Macar olarak adlandırılabilir: 1) Irkı ve bilinci Macar olan herkes, 2) Irkı Macar olan herkes, 3) Irkı Yahudi olmayan, çok belirgin bir şekilde kuzey halklarının (arya) özelliklerini taşımayan, Akdeniz ırkından olmayan ama bilinç olarak kendini Macar kabul eden herkes.” Bizdeki Türk milliyetçi söylem gelmesin mi şimdi aklıma!

2015 yılında ‘Bir Macar İcadı’ başlıklı yazısında şöyle demiş Ayşe Hür: “1848’deki milliyetçi kalkışmaları Avusturyalılar tarafından bastırıldığından beri kendilerini ‘Avrupa’da bir ada’ metaforuyla tanımlayan ve sloganları ‘yalnızız’ olan Macarların, Pan Slavizm’e cevap olarak geliştirdikleri ‘resmi milliyetçilik’ türü idi Turancılık. (…) 1830’larda, Ural-Altay dilleri üzerine çalışmalar yapan Macar dilbilimciler tarafından literatüre kazandırılan ‘Turan’, Tatarların, Özbeklerin, Moğolların ve Türkistan halklarının ülkesi olarak tanımlanmıştı. (…) Şevket Süreyya Aydemir, ‘Suyu Arayan Adam’da bu ideolojik güdülemenin ne işe yaradığını çok açık anlatır: ‘Biz gençler, şimdi de muallim mektebinin dershanelerinin duvarlarına asılı olan haritaların başına toplanıyorduk. Bu haritaların üstünde yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalışıyorduk. Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna-Hersekler artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna- Meriç havzalarının üzerine koyardık, sonra diğer elimizi Kırım’ı, Kafkasya’yı, Başkırdistan’ı, Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın dağa uzatırdık, ‘buraları hep bizim’ derdik. Buraları hep biz kurtaracaktık. Rumeli’de sınırlarımız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride, Edirne’nin şehir istasyonunda bitiyordu ama bu bizim gözümüze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda, Kafkasya’larda, Türkistan’larda, Çin sınırlarındaydı…”

TKAE yayınları arasında çıkan ‘Kürtlerin Türklüğü’ adlı kitabında Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu da aynı kafadaydı: “Kuzey-Türk dillerindeki ‘kar’ demek olan ‘Kürt’ sözü, kar üstünde yürünürken çıkan ‘kurt, kürt’ sesinden kalıntıdır.” Lazlar ve Hemşinliler hakkında söylediği şeyleri ‘Bir Avuç Hemşin’ kitabımda eleştirdiğim bir bilgi çarpıtıcısıdır Kırzıoğlu.

Emekli Albay Naşit Hakkı ise, yine bir TKAE yayını olan ‘Dersim Kitabı’ adlı eserde şunu söylüyor: “Kürtler mi? Toprağa ot gibi bağlanana ‘Kürt’ derler. Kürt toprakla alınıp satılır, toprağa sahip olanın malıdır”.

Emekli General Kenan Esengin’i de anmak gerek; ‘Tarihte Türk Kavimleri’ isimli eserinde (TKAE yayını), Kürt dilinin aslında tarihte var olmuş herhangi bir ulusa ait olmadığını, esasında bir Kürt soyunun da olmadığını söylüyor. Ona göre “bu dil Türkçeden ve birçok ulusların dillerinden toplama, karışık, gramersiz birkaç kelimeden ibarettir.” Nazmi Sevgen’in kitabının sonuna eklenen listede, TKAE
yayınları arasında çıkan çok sayıda kitap gözüküyor. Bulunca okumayı çok istediğim şunlar mesela: “Etrüskler Türk mü idi? (Adile Ayda, Ankara 1974)”, “Anadolu’nun İlk Türk Sakinleri: Kürtler (Şükrü Kaya Seferoğlu, Ankara, 1982)”, “101 Soruda Türklerin Kürt Boyu (Şükrü Kaya Seferoğlu-Halil Kemal Türközü, Ankara, 1982)”.

‘Kürt’ kelimesi bile uydurmadır!

Bu kadar laf ettikten sonra Tahir Türkkan’a değinmesek eksik kalırdı. Türkkan, ‘Doğu Anadolu’nun Türklüğü’ kitabında birkaç sayfa Kürt dilinin gramer yapısı üzerine derin bilgiler verdikten sonra başka bir boyuta geçiyor. Çok büyük kaygıları var Türkkan’ın. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Türkiye’den koparıp, ta Adana’ya kadar inen sinsi bir Ermenistan kurma planından bahsediyor üstat. Peki, bu plana alet edilen kimler olabilir, tabii ki Kürtler!

Hemen belirtelim ki, ‘Kürt’ diye bilinen aşiretler vardır ama ‘Kürt Milleti’ diye bir millet yoktur, ‘Kürt Dili’ diye bir dil de yoktur… Aslında ‘Kürt’ kelimesi bile uydurmadır… dil olma şahsiyetine ulaşmamış, ‘patois’ seviyesindeki mahalle ağızlarını, Türk milletinin bölünmesine yol açacak şekilde suni bir millet dili yapma çabalarına asla müsaade etmeyiz… Kürtler Turanî’dir ve bizdendir… Daima Antalya bölgesinde gözü olan İtalya, bazen Vatikan’ı ve Papa’yı kullanarak Kürtlere arka çıkmaktadır. Bu namussuz Batılıların hepsi Türk’e ve Müslüman’a düşmandır! Onları hizaya getirmeden terörün sona ermesi zordur. Güneydoğu 500 değil, Selçuklulardan beri 1000 yıldır, Sümerlerden beri 5000 yıldır bizimdir! Kimse eğitim düzeyi düşük %10’un, ülkede %50 söz sahibi olmasının kabullenileceğini bekleyemez!”.

Ulan oğlum, benim ben… Kürt!

Aslında keyifli konulardır bunlar. Kürtler ve Kürtçe söz konusu olduğunda onları ya Arap, ya Yafetik (Gürcüce ile aynı kök), ya Türk, ya Ermeni, ya Fars, ya Elam, ya Sümer, ya Hitit, ya Guti, ya Mitanni, ya Hurri, ya Urartu veya Luvi kavimlerine bağlıyorlar ama bir tek Kürt’e bağlamıyorlar. Kürtler ise kenardan bağırıp duruyor: “Ulan oğlum, benim ben… Kürt, Kürt!”

Konuyu dağıttım mı? Bence dağıtmadım. Dağıldı sanılan yere, ‘Kürt Türkleri’ gibi bir şeyden bahsetse bile diğerlerinden daha “insaflı” kalan Nazmi Sevgen’e dönüyorum. Kürtlerin tarih sahnesinde kesin olarak Arapların 646 yılında başlayan İran ve Türkistan istilası sırasında göründüklerini (halifeler devri), ancak Selçuklu devrine kadar Kürdistan adlı bir bölgenin söz konusu olmadığını söylüyor. 1064 yılında Anadolu’ya gelen Sultan Alparslan, Hulvan sınırındaki yolları kesmek ve her tarafta huzursuzluk yaratmakla meşgul Kürtleri tenkil ve tedip ederek geçmiş, 1071 Malazgirt zaferinden sonra ise Kürtlerle bir kez daha karşılaşmış (Kürtler ta o zamandan beri huzursuzluk yaratıyormuş demek; Alparslan gelmiş ve huzuru sağlamış!).

Yazar tarafından benimsetilmeye çalışılan ‘Kürt Türkleri’ kavramı, kendisinin de ayağına dolanıyor bence. Tercihinizi ‘yurttaş’ yerine ‘soydaş’tan yana kullandığınızda, geri kalanı dolgu malzemesine indirgemiş olursunuz. O çıkmaza girmekle, hayatın devam eden kısmında arada bir açılma ihtimali olan ‘Pandora’nın Kutusu’ için malzeme biriktirmeye başlarsınız. O zaman, derin tarihsel-etnolojik bir faaliyet yürüterek keşfettiğiniz mite sarılacaksınız ve sarılmakta zorlananları zorlayacaksınız; “bak seni kendimden ayırmıyorum, sen de Turanî’sin” diyeceksiniz. Tarihsel gerçek türettiğiniz mite sığmıyorsa tarihe dönüp ‘niye böyle geliştin’ diye sitem mi edeceksiniz? Öyle oluyormuş: “Rumiye gölünden
Fırat boylarına kadar uzayıp İran Azerbaycanı’nın bir kısmıyla Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını içine alan ve boydan boya Türklerle meskûn olan bölgeye ‘Kürdistan’ denilmesi fahiş bir hata teşkil etmektedir. Bu sahada dağınık olarak, mezhep itibarıyla Sunnî olan Kürt Türkleri de vardır. Maalesef Osmanlı Devleti arşivlerindeki belgelerde bu bölge ‘Kürdistan’ olarak adlandırılmış, 1258 (1842) tarihinden itibaren başlayan belgelerin kayıtları ‘Mesâil-i Mühimme, Kürdistan’ başlıklı bir defterde toplanmıştır. 1306 (1890) tarihine kadar gelen irade defterlerinde de maalesef aynı tabire rastlanmaktadır. Bu çok yanlış, itibarî ve bölücü ismin kökleşmesi ve bunun sonuçlarının mes’uliyeti tamamiyle Osmanlı idaresine ait bulunmaktadır.”

Osmanlı’nın Kürdistan adlandırması bir muhtariyet yapılanmasını değil, sadece
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyayı ifade etmek amacıyla kullanılmıştır ama olsun, yazara göre yeni türetilen kalıbı parçalamaktadır. Sevgen, ‘Kürt Beylikleri’ başlığıyla devam ettiği bölümde Cizre Beyliği, Bedirhanlılar, Hakkâri Beyliği, Baban Beyliği ve Mahmudiye Beyliği’ne değinmektedir. Tamamen Osmanlı belgelerine dayanan bu bölümlerde, Bedirhan Bey’den özellikle ve uzun uzun bahsediliyor. Bedirhan Bey’in izlediği ilgi çekici inişli çıkışlı ve tartışmalı seyir bir yana, Osmanlı belgelerinde geçen ‘Kürdistan’ isminin bu kitabın yazarına ne kadar çok dokunduğu satır aralarında görülüyor. ‘Kürt Türkleri’ adlandırmasını zayıflatıyor diye olabilir mi acaba!?

Kendinize iyi bakın

Etnolojik bilgi amacıyla yapılan kültürel çalışmalara ‘millî hassasiyet’ saikiyle tepki gösterenler, bu çalışmaları yapanlara genellikle ‘kimlik biçme’ suçlamasını yöneltirler. Oysa kimlik biçme işlemi her zaman bir devlet faaliyeti olmuştur.
Burada ilginç olan, bu suçlamayı yöneltenlerin kendilerine daha önce biçilen kimliğe sığınarak bunu yapmalarıdır. Lafı uzattığımın farkındayım, hatırı kalmasın diye bir kaynağa daha değinip çekileyim.

‘İki Türk Boyu, Zazalar ve Kurmanclar’ adlı eserde şu görüşlere yer veriyor Hayri Başbuğ: “Ortadoğu’nun Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi memleketlerinde dağınık bir şekilde yaşayan, çoğunluğu göçebe ve aşiretlerden müteşekkil bulunan Kürttürkleri (bitişik ifade eser sahibinin tercihidir i.k.) üzerinde, kendilerine sözde ‘bilim adamı’ sıfatını yakıştıran ilim tahripkârlarının niçin bu kadar kafa yorup ‘bilim’(!) yaptıkları, ayrı bir konudur. Bu ‘bilim adamları’(!)nın; Rus, İngiliz, Ermeni, Fransız vb gibi milliyetlere mensup olmaları da dikkat çeken başka bir husustur. Bu siyasi amaçları güdenlerin dışında bazı sözde bilginler de, sosyal yapısına, folkloruna, konuştukları lehçeye, dini inançlarına vs gibi hususiyetlerine vakıf olmadıklarından, konuyu değerlendirmede hataya düşmüşler ve böylece meseleyi karmaşık bir hale sokmuşlardır”.

Mektubuma son verirken selam eder büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. Aman ha, ne olursanız olun ama siz siz olun… Bu kızgın amcaların kızma özgürlükleri uçsuz bucaksızdır, kendinize dikkat edin… Corona çok fena zira!