156. YILINDA ÇERKES SOYKIRIMI: GÖRMEDİM, DUYMADIM, BİLMİYORUM!

HATİCE YILDIZ

Başlarken, öncelikle şu ikileme aydınlık getirelim; Çerkes mi Çerkez mi Türkçe’de yaygın kullanımı “Çerkez” olsa da Çerkesler için doğrusu “Çerkes”tir. Bunun nedeni ise politiktir. Osmanlı tarihi, hareme alınan “Çerkez kadınlardan, “Çerkez köleler”den; Türk resmî tarihi de “hain Çerkez Ethem”den bahsederken; Çerkes halkı kendine biçilen bu olumsuz çerçeveyi reddederek Çerkes kullanımını daha doğru bulur. Osmanlı Devleti, Kuzey Kafkasya’dan gelen Adiğe, Abaza, Oset, Çeçen, İnguş halklarının hepsine, giyim tarzları ve gelenekleri birbirine benzediği ve yine benzer biçimde “anlaşılmaz” bir dil kullandıkları için “Çerkez” demiştir. Tabii kelimeyi etimolojik olarak incelemek gerektiğinde çok daha öncesine gitmek mümkün ancak bunu bir tarafa bıraktığımızda karşımıza daha temel ve belki de yanıtı karmaşık bir soru çıkıyor:

Kimdir Çerkesler?

Tarihi kaynaklar, Çerkeslerin Anadolu’da kurulan ve toprakları MÖ 2 binlerde Hititler tarafından işgal edilince Kafkasya’ya göç eden Hattilerin devamı olduğunu belirtir.

Kafkasya, etnik olarak dünyanın en karmaşık bölgelerinden biridir. Çok sayıda halkın iç içe yaşadığı bu coğrafyada, kimlerin Çerkes sayılıp sayılmayacağı hep bir tartışma konusudur. Yine de Çerkes ismi, genel itibariyle etnik ve kültürel bağlamda birbiriyle akraba olan Kabardey, Hatukoy, Abzeh, Şapsığ, Ubıh gibi halklar için kullanılır.

Bugün Çerkeslerin anavatanı olarak bilinen Kuzey Kafkasya, 16. yüzyıldan itibaren Rusya ve Osmanlı arasında karşılıklı güç gösterilerine sahne olan bir arena durumundaydı. Osmanlı her ne kadar Çerkeslerin yaşadığı bölgede de facto bir iktidar sağlayamasa da imzaladığı antlaşmalarla 18. yüzyılda bölgedeki varlığını Rus İmparatorluğu’na devretmek durumunda kalmıştı. Rus işgaline karşı Çerkeslerin yüz yılı aşkın bir süre devam edecek mücadelesi böyle başladı. Rusya’nın Çerkesleri bu bölgeden çıkarmak istemesinin birkaç nedeni vardı. Bunlardan ilki; Karadeniz kıyılarında boyunduruk altına alınması kolay olmayan bu dağlı halkın varlığı, İngilizleri ve Osmanlı’yı bir yana aldığınızda, Rusya’nın Karadeniz hâkimiyetini tehlikeye atabilirdi. İkincisi, Rusya’nın Kafkasya üzerinden İran ve Hindistan’a giden yolun kontrolünü ele geçirerek İngiltere’nin en önemli sömürge alanı Hindistan’a yaklaşmış olmasının bölgedeki güç dengelerini Rusya’nın lehine çevirme ihtimaliydi. Üçüncü neden ise Gürcistan ve Ermenistan gibi Hristiyan halkların yaşadığı bölgelere giden yolu kontrol altına alma kaygısıdır.

21 Mayıs 1864, Çerkesler açısından yenilgiyle sonuçlanan Rus-Çerkes savaşının son çarpışmasıdır. Dolayısıyla Çerkes sürgünü ve soykırımı için sembolik bir tarihtir. 1860’larda gerek sürgünler gerekse Rus kuvvetlerinin operasyonlarıyla 1,5 ile 2 milyon arasında insanın öldürüldüğü belirtilir. Bugün dünyada 5 ila
7 milyon arasında Çerkes’in yaşadığı, büyük çoğunluğunun ise diasporada olduğu biliniyor. Rusya Federasyonu’nda yaşayan Çerkes sayısı 1 milyonu dahi bulmamaktadır. Bu da trajedinin büyüklüğünü gözler önüne serer. Walter Richmond, 1860’larda Çerkes nüfusunun 1,5 milyon olduğu ve her yıl yaklaşık yüzde 2 oranında arttığı düşünülürse, bugün Çerkeslerin sayısının 30 milyon olması gerektiğini ifade eder.

Osmanlı, Çerkesleri neden kabul etti?

Bugün Türkiye’de yaşayan Çerkesler, ne zaman ulusal kimlikleriyle ilgili hak talebinde bulunsa, kafalarına balyoz gibi indirilen şu ifadelerle karşılaşır: “Rusya sizi katlederken Osmanlı vicdanlı davranarak size kucak açtı, sizleri ülkesine aldı. Türkler olmasaydı hepiniz ölmüştünüz…” Osmanlı’nın gerek Kafkasya’daki savaşta gerekse sürgün sürecinde yaşanan ölümlerdeki etkisini bir yana bırakarak soralım: Osmanlı sürgün edilen Çerkesleri

tamamen insani sebeplerle mi kabul etti? Elbette hayır. Bunun birkaç sebebi vardı. Savaşçı olan bu halk, başkent başta olmak üzere önemli stratejik noktalara yerleştirilmek su- retiyle güvenlik unsuru olarak kullanılabilirdi. Bu doğrultuda, başkenti korumak üzere Güney Marmara, Balkanlar, Orta Anadolu’da bir hat boyunca; Samsun, Amasya, Tokat, Si- vas, Kayseri, Maraş, Adana ve Hatay, Suriye, Ürdün ve İsrail Çerkeslerin yerleştirildiği böl- geler oldu. Anadolu’da potansiyel olarak tarıma açılabilecek boş topraklar vardı ve Çerkesler buralarda tarımsal üretim gerçekleştirebilir, Osmanlı için ekonomik bir değer yaratabilirdi. Diğer taraftan, Osmanlı Çerkesleri, yer yer isyan eden göçebe Avşarların yerleşik hayata geçmelerini sağlamakla birlikte, Rusya’ya olan öfkeleri de Çarlığın desteklediği Sırp ve Bulgar isyanlarının bastırılmasında kullanılabilirdi ki, öyle de oldu.

Uzun yıllar Rusya’yla savaşmış olmaları Çerkeslerin savaşçı kimliklerini geliştirirken, Osmanlı Çerkeslerin bu özelliğinden istifade etmeyi bildi. 1860’larda Osmanlı’ya çocuk olarak gelen nesil Türkçe öğrendi ve askeri okullarda eğitim gördü. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde ordudaki subayların yüzde 25’i Çerkeslerden oluşuyordu. İttihat ve Terakki’nin hem kuruluş sürecinde hem de aktif faaliyet gösterdiği dönemlerde Çerkesler parti içerisinde yer aldı(İttihat ve Terakki’nin kurduğu is- tihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın bilinen ajanlarından biri de Çerkes Kuşçubaşı Eşref’tir.), ancak Osmanlı Devleti’nde politik olarak görünür olmaları 1908’de Çer- kes İttihad ve Teavün Cemiyeti ile başladı.

‘Millî Mücadele’ yıllarında Çerkesler

Cumhuriyet yönetiminin lider kadrosu, çoğunlukla Türk milliyetçiliğine dayalı bir politika izleyen İttihat ve Terakki’nin eski üyeleriydi. Çerkeslerin bir kısmı, bu kadronun oluşturacağı yeni yönetimin kendilerini baskı altında tutacağını ve Osmanlı’nın son dönemlerinde elde ettikleri kimi hakları kaybedecekleri endişesi taşıyordu. Ayrıca bazı Çer- keslerin Osmanlı hanedanı ile akrabalık ilişkileri de vardı. Bu sebeplerle ‘Millî Mücadele’ye karşı, Çerkeslerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerden güney Marmara’da başta Anzavur olmak üzere çok sayıda isyan çıktı. Çerkeslerde, Yunanlılar- dan sonra sıranın kendilerine geleceği endişesi, Düzce ve Hendek isyanlarını da tetikledi. Müdahalede başarılı olamayan Ankara, eski bir Teşkilat-ı Mah- susa mensubu olan ve Batı Anadolu’da ilerleyen Yunan kuvvetlerini durdurmak üzere büyük çoğunluğu Çerkesler- den oluşan bir ordu (Kuvay-ı Seyyare) kuran Çerkes Et- hem’den destek istedi. Ethem, son derece sert tedbirlerle (elli kişiyi idam ederek) Anzavur isyanını bastırdı. Yani cumhu- riyet rejimi Çerkeslerin isyanını yine Çerkesleri kullanarak bastırmıştı. Yozgat’ta çıkan Çapanoğlu isyanı da öyle oldu. Bastırmakta başarılı olamayan Ankara yönetimi yine Ethem’e başvurdu. Ethem birlikleriyle Yozgat’a gelerek buradaki isyanı da bastırdı.

‘Kahraman Ethem’den ‘Hain Ethem’e…

Ethem’in Anzavur, Düzce, Hendek, Adapazarı ve Yozgat isyanlarının bastırılmasında göstermiş olduğu başarı, Mustafa Kemal’in liderlik vasfını da tartışmaya açmıştı. Ethem, Ankara’ya geldiğinde vatanın kurtarıcısı bir kahraman olarak karşılandı. Bilhassa Yozgat isyanına dair Ethem’in, Ankara yönetimini süreci iyi yönetememekle eleştirmesi ve eleştirilerini açıkça iletmesi, Mustafa Kemal’i rahatsız etti. Diğer taraftan, Ethem’in kardeşleriyle birlikte Sovyet destekli “Yeşilordu” adı verilen bir askeri-siyasi örgütün içinde yer alması, hatta bu örgütün gücünü ele geçirmiş olması, Mustafa Kemal’i endişelendiriyordu. Dolayısıyla hem Yeşilordu hem de Ethem, Ankara yönetimi açısından kafa yorulması gereken unsurlar haline gelmişti.

İlerleyen süreçte, Batı Anadolu’da İsmet İnönü komutasında bir düzenli ordu kurulmuş, Ethem’in de bu orduya katılması istenmişti. Fakat Ethem, kendisi Yunanlılarla bölgede savaşırken henüz adı bile geçmeyen, Ankara’nın emri ile bölgeye gelen İsmet İnönü’nün komutasına girmeyi reddedince, Mustafa Kemal düzenli orduyu Ethem’in üzerine gönderdi. Ethem anılarında birkaç bölgede düzenli ordu ile çatıştığından bahsetse de, adamlarının bu çatışmaların içerisinde daha fazla yer almasını istemeyerek Yunan ordusundan güvenli geçiş talep edip Anadolu’dan ayrıldı. Bu durum ve düzenli ordunun Ethem’in üzerine sürülmesinden sonra, Ethem’in yer yer Yunanlılarla teması, Ankara’da Ethem’in düşman güçleri ile işbirliği yapması olarak değerlendirildi ve gıyabında idam cezası verildi.

Mustafa Kemal’in Çerkes Ethem’i bu şekilde gözden çıkarmış olması, hem Çerkes Ethem’e yakın olanları hem de Çerkes Ethem’in baş düşmanı Anzavur taraftarlarını ve Düzce/Adapazarı isyanlarının elebaşları gibi farklı çizgideki Çerkesleri birleştirdi. Bu oluşum, İzmir’de düzenlediği bir kongrede, Türkçülük ve Turancılık ideolojisine sahip yöneticilerin uyguladıkları Türkleştirme politikalarının millî kimliklerini yok ettiğini, başta canları olmak üzere ulusal kimliklerini de korumak amacıyla silahlanmak zorunda kaldıklarını ifade etti. Ancak bu hareket somut olarak ne askerî ne de politik bir başarıya ulaşamadı.

Ve sıra geldi Türkleştirmeye!

Her ne kadar Çerkeslerin bir kısmı Ankara ile mücadele etse de Ankara’yı destekleyenlerin sayısı da az değildi. Fakat yine de bu durum Ankara yönetiminin gözlerini Çerkeslerin üzerine çevirmesine engel olmadı. 1923’te gerçekleşen Gönen ve Manyas sürgünlerinde 14 Çerkes köyü (yaklaşık 4000 kişi) Orta ve Doğu Anadolu bölgelerine sürüldü. Yeni yerleşimler, Türkçe konuşmayanların sayısının, toplam nüfusun yüzde yirmisini geçmeyeceği şekilde oluşturuldu.

Cumhuriyet yönetimi Çerkeslerin kurduğu oluşumları ve Çerkesçe eğitim veren okulları kapattı. Ethem, etnik kökenine ve “ihanetine” vurgu yapılacak biçimde tarih kitaplarında yer alırken, Çerkeslerin kimlikleri ve dilleri reddedildi, Türkleştirme politikalarının hedeflerinden biri haline geldiler; “Kafkas Türkleri” olarak! Soyadı kanunu getirildiğinde Çerkeslerin yüzyıllardır kullandıkları sülale isimlerini soyadı olarak almalarına ve Çerkesçe isimler kullanmalarına izin verilmedi. Çerkesçe olan köy isimleri değiştirildi. Dillerini konuşmaları ve öğretmeleri, ulusal kıyafet- lerini giymeleri yasaklandı.

1950’lerden sonra ortaya çıkan oluşumların üzerinden ise 1980 askeri darbesi geçti. Darbeden sonra pek çok kesim gibi Çerkesler için de sıkıntılı süreçler yaşandı. Dernekler ve kurumlar kapatıldı. Çerkeslerin Türk olmadığını yazan gazetelerin yazarları ve editörleri hakkında davalar açıldı, hapis cezaları verildi. Çünkü Çerkesler de Kürtler ve Lazlar gibi Türklerin bir boyu olarak kabul ediliyordu. Sonrasında kurulan dernekler ise siyasetten yalıtık, sadece kültürel faaliyetlerle sınırlı bir çizgi izledi.

Son yıllarda iletişim ve ulaşım teknolojilerinin de gelişmesiyle birlikte Çerkes aktivizmi de biçim değiştirdi. Bilhassa gençler, çeşitli platformlar ve inisiyatifler aracılığıyla Çerkes halkının yaşadığı sorunları dile getirmeye, tarihte yaşanan sürgün ve soykırımı uluslararası platformlarda gündem yapmaya başladılar. Elbette resmî tarihte Çerkeslerin ele alınış biçimlerine de yüksek sesle itirazlar edildi.

‘Dönüşçülük’ mü ‘Kalışçılık’ mı?

Diasporadaki Çerkes aktivizmininin ortaya çıkış zeminini genel hatlarıyla iki çerçevede ele almak yerinde olur; dönüşçülük ve kalışçılık. Dönüşçüler, yaşadıkları ülkeyle güçlü bağları olsa da Çerkes ulusal kimliğinin korunmasının başat yolunun anavatana dönmek olduğunu savunurken; kalışçılar, anavatana dönüşün artık mümkün olmadığını, dolayısıyla yaşadıkları ülkenin güncel siyasetine daha ileriden dahil olunması gerektiğini savunur. 2 binli yıllarda kurulan Demokratik Çerkes Platformu, Demokrasi İçin Çerkes Girişimi, Çerkes Hakları İnisiyatifi gibi oluşumlar kalışçı çizgidedir. Aynı dönem, her ne kadar birkaç üniversitede Çerkes dillerinde bölümler açılmış, TRT’de birkaç saatlik Çerkesçe yayın yapılmışsa da bunlar Çerkeslerin taleplerini karşılamakta yeterli görülmemiştir. Çerkesler kimliklerinin ve kültürlerinin yaşatılmasının önündeki tüm engellerin kaldırılmasıyla birlikte, bugün dünyada Çerkeslerin yaşadığı ülkeler arasında başı çeken Türkiye’nin Çerkes soykırımını tanımasını istiyorlar. Fakat Türkiye hiçbir dönem bu konuya yakınlık göstermedi. Bugün soykırımı tanıyan tek ülke Gürcistan’dır ki bunun sebebi de, Osetya ve Abhazya odaklı Gürcistan-Rusya ilişkilerinde yatar.

Diasporada yaşayan Çerkesler, hem Xabze’nin İslam ile çelişen uygulamaları hem de kültürlerinin önemli bir parçasını oluşturan kadın-erkek ilişkilerindeki farklılıklar sebebiyle bilhassa Türk ve Arap toplumlarla yakın ilişkiler kuramayıp daha kapalı bir yaşam sürdürdüler. Çerkeslerde toplumsal yaşam, anayasa ya da ona benzer yazılı kurallarla düzenlenmez. Bunun yerine “Xabze” denilen kurallar sistemi vardır. Hiçbir şey Xabze’nin üzerinde değildir ve uymayanlar toplumdan dışlanma yoluyla cezalandırılır. Bu mekanizma
o kadar etkilidir ki tarihlerinde hiçbir zaman hapishanelere ihtiyaç duymadan yaşamışlardır. Xabze, hâlâ tüm dünyadaki Çerkesler tarafından bilinir ve kabul edilirken günümüz dünya koşullarına ters düşmemesi için de zaman zaman merkezi toplantılarla gözden geçirilir, çağdışı bulunan bazı kurallar kaldırılırken, ihtiyaca dönük yeni kurallar getirilebilir. Bu yönüyle bakıldığında Çerkes kültürü bir taraftan çağlar öncesi bir geleneği günümüze kadar taşırken diğer taraftan modern çağın ihtiyaçlarına göre de kendini güncellemektedir. Çerkeslerin Xabze’yi öncülleyen seküler yaşamı, yüzyıllardır uğradıkları her türlü asimilasyon politikalarına rağmen kültürel bir direnç göstermelerinin de temel unsuru olmuştur.

Çerkeslerin büyük çoğunluğu Müslümandır ancak İslami kimlikleri ne Kafkasya’daki Çeçenlere ne de diasporada birlikte yaşadıkları Türklere ve Araplara benzememektedir. Sosyal yaşamdaki dini kimlikleri ulusal kimliklerinin önüne geçmez. Dolayısıyla siyasal İslami hareketler içerisinde kayda değer bir varlığa sahip değildirler. İslamiyeti en son kabul eden toplumlardan biri (Çerkeslerin yaşadığı Kuzey Kafkasya’ya İslam’ın, 17. yüzyılda Tatar misyonerler tarafından getirildiği bilinmektedir. Bugün büyük çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen Xabze’de Hristiyanlıktan ve animizm döneminden kalma ritüeller hâlâ varlığını sürdürmektedir.) olmaları , İslam’ın Xabze ile çelişen taraflarının mevcudiyeti, bu bağın güçlenmesinin önündeki temel engellerdendir.

Bugüne kadar Çerkesleri temsil etmek amacıyla çok sayıda oluşum kurulmuş olsa da en geniş temsil gücüne sahip kurum KAFFED’dir (Kafkas Dernekleri Federasyonu). KAFFED, Türkiye’de çoğunluğu Çerkes olmak üzere, bugün 7 milyon Kafkasya kökenli kişinin yaşadığını tahmin ediyor. Avrupa Birliği ise bu rakamın 3 milyon olduğunu ifade ediyor. Bugün Çerkeslerin çoğunluğu farklı ülke diasporalarında olmak üzere, ana kitlesi Adigey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar olmak üzere Rusya Federasyonu’na bağlı üç özerk cumhuriyette yaşamaktadır. Diasporada yaşayan Çerkesler için ulusal kimliklerini korumak her ne kadar kolay olmasa da durum anavatanda yaşayanlar için de pek iç açıcı değildir. Putin’in iktidara gelmesiyle soykırımı dillendirenlere davalar açılıp hapis cezaları verilirken diasporada yaşayan kişilerin anavatanla ilişkisi daha yakından takip edilmeye başlanmış hatta anavatana yerleşen kimi aktivistler Putin yönetiminin kararıyla sınır dışı edilmiştir.

Bu yönüyle bakıldığına Çarlık Rusya’sının uyguladığı soykırım politikaları, farklı versiyonlarıyla bugün Putin aracılığıyla devam ettirilmektedir.

Kaynakça:

Zeynel Abidin Besleney, Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016, İstanbul.

Walter Richmond, Çerkes Soykırı- mı, Koyu Siyah Yayınları, 2018, An- kara.
Caner Yelbaşı, Türkiye Çerkesleri; Osmanlı’dan Türkiye’ye Savaş, Şiddet, Milliyetçilik, İletişim Yayın- ları, 2019, İstanbul.