ELİF ESER
1936 yılında, Alman mimarisine belki de Alman faşizmine öykünerek yapılmış bir bina. Beyaz, yüksek tavanlı, çok odalı, gösterişli bloklar halinde… Dört kanatlı, ortasında bütün kanatların gördüğü bir meydan/avlu… Yüksek tavanlı odalarında dolaşıyorken, zamanın bu yatakhanelerinde sıralı ranzalarda uyuyan askerleri düşünüyoruz ister istemez. Kimi kasaturalarına bulaşmış kanları temizliyordur. Bazılarını da uyku tutmamış bu yüksek tavanlara bakıp bakıp, kimbilir hangi hayallerin kuşatmasındadırlar? O gün kaç dağlı/şaki Dersimlinin canına kıydığını mı düşünüyor içlerinden biri? Gurur mu duyuyor bundan, vicdanının bir yerinde bir sızı mı var yoksa? Er Mahmut Tokgöz mü şu, ranzasında kirli bir battaniyeye sarılmışken Munzur’da akan kanın görüntüsüyle boğuşan? Laç deresinde, kôe spi’de… Dersimli köylüleri taramalıların önünde sıraya sokan ya da Kutu Deresi’nde onlarca Dersimliyi, kurşun boşa gitmesin diye süngüden geçiren erat bu odalarda mı kaldı? Bu tavanlara bakarak mı uykuya daldı? Bir pazar günü şu avluda sonbahar güneşinde sırtını ısıtırken, katledilmiş bir Dersimlinin teninin nasıl soğuduğunu mu düşündü?…
Dersim’de bir kışla bir müzeye dönüştürülmüşse, benzeri sorular sökün ediyor insanın aklına. Amansız sorular… İnsanın bu amansız, tezat hikâyesidir belki de yaşadıklarımızı ‘tarih’ yapan…
İnsanın serüveni ve müzeler…
Tarih bir bilim dalı olduğu kadar insanın zaman içerisindeki yolculuğunun da hikâyesidir. Binlerce yıl öncesinden mağara duvarına çizilmiş bir kargı ile Dersim’de hamile bir kadının karnına saplanmış süngü arasında biçimsel benzerlik, ikisine yön veren ihtiyaçlar söz konusu olduğunda, derin bir çelişkinin girdabında anlamını yitiriyor. Müzede sergilenen çeşitli taşlardan, kemiklerden, toprak ve ağaçlardan yapılmış binlerce yıllık alet edevatin bütün büyüsü, geçmişten geleceğe doğru ilerleyen yolun bir parçası olmamızla ilgilidir. Aleti yapan ellerle onu bir silah gibi kullanan eller arasındaki temel çelişkidir biraz da hikâye. Ve bu hikâye geçmişle değil, insanın gelecekle, gelişmeyle olan ilişkisine dairdir. İnsanı milyonlarca yıllık bir serüvenin parçası ve onun sürükleyicisi kılmış bir ilişki… Sadece savaşların, işgallerin, fetihlerin gereksiz milliyetçi böbürlenmelerin değil, daha çok buna karşı direnen, mağduru ve mazlumu olan, bilim ve tekniğin gelişmesine emek veren insanın var ettiği bir serüven…
Müzeler, bu serüveni okuyabileceğimiz en güzide mekânlardır aslında. Bir kaleden, saraydan, kümbetten ya da şaşalı, sultanların, padişahların yaptırdığı çinili minili camilerden, köprülerden daha değerlidir müzeler. İnsanın zaman içindeki serüvenini daha iyi anlatırlar çünkü. Üreten elle, silahı kullanan el arasındaki çatışma, hayatın her alanında olduğu gibi müzelerde de en az bir mağara resmi kadar açık seçiktir. Ve yine bazı müzelerde tarihin göz göre göre ve nasıl akıl almaz biçimlerde tahrif edilebileceğini de görebiliyoruz maalesef.
Tunceli Müzesi’ne yön veren akıl
Yakın bir zaman önce Dersim merkezde hizmete açılan Tunceli Müzesi, bu çatışma ve tahrifat dünyasının örneklerinden biri. Öyle ki bugün iktidardaki AKP-MHP’nin temsil ettiği resmi devlet ideolojisinin yok saydığı her şey, aksi kanıtlara rağmen, gizlenmeye çalışılmış. 1937/38 Dersim tertelesinde yaşanmış insanlık dışı uygulamaların merkezi durumundaki askeri kışla binasına kurulmuş bu müze ve ama söz konusu döneme, katliama dair tek bir iz yok sergilenenler arasında. İsmi 1938 Dersim sürgünüyle özdeşleşmiş Cemal Süreya’nın polycarbona yapılmış bir posteri var ama 1938 yok mesela. Şairin kısa bir hayat hikâyesi var ama orada da Dersimle ilişkisi yok.
Osmanlıya kadar olan Dersim tarihi, ortaokul-lise düzeyinde bir sanat tarihi ders kitabında okuyabileceğiniz bilgilerle kısaca geçiliyorken; Osmanlı’ya gelince açıklama tabelalarına öyle bir coşku yansıyor ki… Yeni Osmanlıcılık ruhu o koridordan sonra kuşatıyor sizi. Grek, Roma, Sasani, Abbasî, Bizans ve Emevi vs. sikkeleri de var ama kıymetli olan sadece Osmanlı sikkesiymiş gibi, Dersim’in en parlak zamanını Osmanlılar döneminde yaşadığını yazabilmişler oraya. Müze’ye bakılırsa Dersim’deki bütün sanat geçmişi Pertek ve Çemişgezek ilçelerindeki bir iki camiden ibaret. Binlerce Alevi’nin katledildiği Yavuz Selim döneminin “parlak dönem” olarak gösterilmesinde bir beis görmeyenlerin, bir halkın belleğinde capcanlı duran katliamları görmezden gelip müsebbiplerine methiyeler düzmeleri, müzeye yön veren aklın asıl niyetini ifşa ediyor aslında.
İnkârcılık ve pazarlamacılık
Paleolitik çağdan başlayıp günümüze kadar birçok eseri barındırıyor müze. Aslında tarafsız araştırmacılar tarafından bakılsa, çoğunluğu yoruma dayalı Dersim tarihine dair yeni ve daha bilimsel veri ve yöntemlere dayalı bir tartışma yapılabilir. Öyle ki Pulur’a ait bir ocak taşı/sunak, balmumu heykeli bir kadınla canlandırılmış. Esasen bu figür Aleviliğin köklerine dair izler de içerebilir. Böylesi bir ‘kanıt’ orada varken, sonlara doğru Aleviliğe dair polycarbon tabelalara yazılmış ‘bilgiler’ Dersim Aleviliğinden oldukça uzak ve Aleviliği Sünniliğin bir parçası gibi yansıtmakta. Özetle, Diyanet’in sitesinden alındığı belli aktarımlarla Aleviliği İslam tasavvufu olarak sunan bir çarpıtma ve özensizlik var.
Sonuç itibariyle, Paleolitik çağdan bugüne uzayan tarihi süreçte yaşamış belki yüzlerce farklı halk, inanç yokmuş gibi, sadece Türk/Müslüman parantezine odaklanmış bir misyonla karşı karşıyayız. Aynı zamanda pazarlamacı, tüccarca bir misyon bu. Müzeye dair devlet erkanının yaptıkları açıklamalarda da tek dertlerinin ‘müzeye turist çekmek’ olduğu görülecektir. Dersim insanının binlerce yıllık serüvenine gerçekten ışık tutmak, o serüvenin bir parçası olmak, ona dokunmak yerine inkârcı, pazarlamacı bir çizgide durmak, 38 Tertelesinde hayatını yitirenlere, sürgünlere bugünden kılıç sallamaktır. Modern zamanların cilalı taşlarının, lüks ekranların, spot ışıklarının gizleyemediği barbarlığın meali budur. Kışla binası bu haliyle bir müzeye dönüşmüş olsa da askeri nizam devam etmektedir.