Bellek, ezilenlerin elindeki en temel silahlardandır

Diyarbakırda Sur’daki malum Ahmet Güneştekin sergisinden sonra, Kürtlerin hafızasına dair yürütülen tartışmalar ağırlıklı olarak hatırlama ve/veya hatırlatmanın nasıl olması gerektiğine dairdi. Önce işin politik-psikolojik boyutuyla başlayalım. Neden hatırlamak veya hatırlatmak isteriz ve bunun pratiği nasıl olmalı?
ÖZGÜR AMED: Çok katmanlı bir soru bu. Ama spotlar vererek bir giriş yapabilirim. Bana göre hatırlama ediminin birincil amacı anlam arayışımız olsa gerek. Diğer bir şey, biz insan olarak hatırladığımız şeyin kendisiyiz. Neyi hatırlıyorsak oyuz. Böyle bir gerçeklik de var. Bu iki belirlemenin toplamı insanın sosyal bir varlık olduğudur. Toplumla kurduğu ilişki hatırlama ediminin zorunluluğuna işaret ediyor. Biz bireysel ve toplumsal çerçevelere tabiyiz. Bu çerçevelerin içinde hatırlarız. Bireysel hatırlamalarımız bir süre sonra kolektif hatırlamaya, kolektif hafızaya dönüşür. Kimlik oluşur, tarih oluşur vs.
Neden hatırlarız sorusuna bir diğer cevap da şudur; iktidarlar bakımından resmi tarih neyse, bizim için de hatırlama/hafıza kavramları aynı şey. Yani biz hatırlıyorsak kendi zamanımızı kurabiliyoruz, kendi zamanımıza sahip olabiliyoruz. Bir de sosyal bir varlık olmanın bir sonucu olarak travmalarımız var, unuttuklarımız var, çelişkilerimiz var. Çatışmalarla yaşarız. Bunların içerisinde kurtarmak istediklerimiz var. Geride bıraktığımız zamandan kurtarmak istediklerimiz var. O kurtarma meselesi de doğrudan hafıza ile ilgili bir mesele. Yani hatırlamamızın bir sebebi de kurtarmaktır. Burada şüphesiz neyi kurtardığın çok önemli. Çünkü neyle bağ kuruyorsan, neyi kurtarıp neyi kurtarmak istemediğin hem senin politik-ideolojik alanını belirler, hem de senin toplumsal çerçevenin sınırlarını belirler. Haliyle hatırlamanın bir sınıra işaret eden yönü de burada ortaya çıkıyor. Biraz sınır belirleyici bir durumu da var. Neyi, niçin hatırladığımızı ele aldığımızda aslında kendimizce sınırlar da çizmiş oluruz.
Bir de toplum içinde tutunabilmek için hatırlarız bence. Çünkü bunun olmayışı yozlaşma dediğimiz, yabancılaşma dediğimiz kapıları aralar. O anlamda hatırlamamanın yoklukla nasıl bir ilişkisi varsa, hatırlamanın da var olmakla, varlıkla da öylesi bir ilişkisi var.
Ezilenler için haktan öte, bir ödev
DÜZGÜN UĞUR: Özgür konuşurken çokça çağrışım oldu ve birey olarak niye hatırlıyoruz diye düşündüm. Yani bellek ne işimize yarar? Sadece bir birey olarak bizi olumsuz etkileyecek uyaranlardan korur, olumlu etkileyecek uyaranlara yönelmemizi sağlar. Bunu birkaç şekilde yapabiliriz. Bilinçli bir şekilde de hatırlayabiliriz, farkına varmadan da. Toplumsal olarak da böyle. Yani gerçekleşmiş kötü deneyimlerin tekrarlanmaması için veya iyi deneyimlerin yeniden gerçekleşmesi için hatırlarız. Ama bir de hatırlamanın şöyle bir versiyonu var. Aslında biliriz, daha doğrusu bizi yönlendirir, hoş görün bir psikolog olarak biraz böyle bir perspektiften bakacağım, davranışlarımızı yönlendirir ama farkında değilizdir. Mesela diyelim ki, aslında her Kürt bir şekilde Dersim’i bilir, Şeyh Sait’i bilir ya da her katliamın farkındadır ya da farkında değildir de onu yönlendirir. Bu, bilinçdışı bir şekilde onu etkiler. Aslında hatırlamanın bunu bilince çıkarmak gibi bir işlevi var. Neden yaptığımızı ortaya çıkarır. Ve belki de hatırlamakla ilgili üzerine kafa yoracağımız nokta tam da tersi; neden unuturuz? Yani işimize yarayan şeyi neden unuturuz? Belki bu açıdan bakmak faydalı olur. Çünkü unutmamızın asıl sebebi aslında baş edemiyor oluşumuz. Yani baş edemediğimiz şeyi unuturuz. Oysa ki o baş edemediğimiz şey karşımıza daha büyük bir sorun olarak çıkıyor. Örneğin fatura ağır gelir, ödemeyi unuturuz. Ama o faturadan kurtulamayız. Aynı şekilde biz toplumsal olarak da baş edemediğimiz büyük haksızlıkları unuturuz, ama tabi ki ondan kurtulamayız. Çünkü fail ortadadır ve bir süre sonra karşımıza çıkacaktır.
ADNAN ÇELİK: Dikkat çektiğiniz şey önemli Düzgün hocam. Hatırlarız ama aynı zamanda unuturuz da. Bu hatırlama ve unutma diyalektiği birbiri ile çok sıkı ilişkili. Hatırlamaya aşırı vurgu yaptığımızda neyi unuttuğumuzu, neyi unutmamız gerektiğini ya da neyin bize unutturulmak istendiği meselesini gözden kaçırabiliyoruz. Bir de hatırlama sadece geçmişe dair bir şey değil. Aslında şimdiki zamanımızı kuran ve bizi geleceğe de bağlayan bir şey. Bu geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki diyalektiği, bu bağı, farklı zamanlar arasındaki gidiş-gelişleri bir nevi yöneten bir şey hatırlama. Tabi ben burada hatırlamayı daha çok toplumsal düzeyde hatırlama ve bunun politik kuralları bağlamında düşünüyorum.
Bir de hatırlama sadece bilişsel bir şey değil bence. Aynı zamanda bedene de kazınan, mekâna da kazınan, jestlere de kazınan bir şey. Biz sadece bilişsel olarak hatırlamayız. Yoldan geçerken gördüğümüz bir obje bize bir şey çağrıştırabilir. Bedenimizdeki bir yara izi bizi geçmişle sürekli yüzleştirebilir.
Bir de şeyi düşündüm; hatırlamanın politik kullanımının tarihi aslında çok yeni. Özellikle Holokost sonrası, 1960’lar ile başlayan günümüzde hafıza ödevi ile de çok alakalı. Holokost sonrası pratik artık öyle bir aşamaya geldi ki hatırlama artık bir haktan bir ödeve evrildi. Toplumsal hareketler de hatırlama ile kurdukları ilişkiyi bu yeni anma ve hatırlama paradigmasının içinden kurmaya başladılar. Bu ne anlama geliyor? Artık geçmiş orada kalmış, bitmiş bir şey değil aynı zamanda şimdiki hareket ve eylem kapasitemizi, eylem repertuarımızı da belirleyen büyük bir referansa dönüşüyor. Ve hatırlama tam olarak neyi şimdiye çağırmamız gerektiğini, şimdiye çağırdığımız olayın bizi nasıl bir politik şeye yönelteceğini de belirliyor. Bu nedenle bence toplumsal hatırlama verili bir dönemde, verili bir zamanda, verili bir mekandaki siyasal güç ilişkilerini çok iyi bir şekilde haritalamamıza da olanak sağlıyor. Verili bir toplumda neyin hatırlandığı ve neyin sessizleştirildiği meselesi bizim geçmişe dair travmalarımıza, geçmişte yaşananların şimdiki iktidar ya da muhalefet ilişkisini de çok belirleyen bir şey. Hatırlama tam da böyle bir bağlamda gerçekleşiyor. O yüzden ‘neden hatırlarız?’ sorusu bence bizim kişisel angajmanlarımıza, politik duyarlılıklarımıza, hayata ve geleceğe yüklediğimiz anlamla da çok ilişkili bir soru. Ancak bütün bu değişkenleri göz önünde bulundurduğumuzda cevaplanabilecek bir soru bu. Kendi toplumsal gerçekliğimize uyarladığımızda tam da Özgür’ün dikkat çektiği nokta; yani egemenlerin tarihi tekellerine aldıkları bir yerde, ezilenlerin elindeki en temel silahların başında bellek gelir. Kendi toplumsal belleklerine duydukları sadakatle aslında şimdiyi ve geleceği kurabiliyorlar. Geçmişteki direnişlerin, geçmişteki acıların anıları, o anılarla kurduğumuz duygusal bağ bizi şimdi diri tutuyor, bizi mobilize ediyor ve bizi geleceğe taşıyabiliyor. Bu anlamda ezilenler için hatırlamak bir haktan öte, bir ödev, bir sorumluluk. Yani politik-ahlaki bir gereklilik.
Direnişi de göstermek gerek
Meselenin psiko-politik yanına değinmiş olduk. Nedensellik tartışmasından sonra biraz da güncel bağlamıyla hatırlamanın nasıl olması gerektiğine dair de tartışalım. Malum Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açtığı sergi epeyce tartışmayı beraberinde getirdi. Eğer bu meselenin psiko-politik yönünü tartışmamız gerekirse ezilenlerin hatırlama ve hatırlatma pratiklerinin nasıl olması gerektiği çokça konuşuldu. Düzgün Hocam, sizin hatırlama ve hatırlatmanın ezilenlerin üzerinde bir korku atmosferi oluşturmasına hizmet etmemesi gerektiğine dair görüşünüz vardı. ‘Özellikle failin aynı şeyleri tekrar yapma gücü varken’ diye eklemiştiniz. Bu tespit üzerinden devam edebiliriz belki.
DÜZGÜN UĞUR: Öncelikle nasıl olmaması gerektiğine dair biraz düşünmek lazım belki de. Şehir merkezlerindeki çatışmalı süreçte bir gözlemim vardı benim. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı alanlardaki bütün hak ihlalleri bizim takip ettiğimiz basın mecralarında yer buluyordu. İşte sokak ortasında çocuk öldürülüyor, başında bekleniyor mesela. Bu, ulusal basında yer almıyor. Biz derken, tam da orada bir şeyler yapmak isteyen insanlar… Yani sadece Kürtler değil, solcular, demokratlar, vicdanen oradaki durumu kabul etmeyen insanların izlediği basın… Ana akım medya da şöyle yapıyordu: İşte orada bir terörist öldürüldü falan filan.
Sonra şöyle bir şey çıkıyor ortaya; izleyenler egemenlerin ne kadar kötü şeyler yaptığını ve yapabildiğini görüyor. Ve bunların hiçbirinin de cezalandırılmadığını, yargı konusu olmadığını görüyor. Ama bütün ülke ana akım medyadan orada ‘ne kadar terörist öldürüldüğünü’ görüyor. Muhalif basın da -tabi bu bir genelleme ama- bunu verirken özellikle vicdana hitap ediyor. Ama bir korku atmosferi yaratıyor. Ben Diyarbakır Cezaevi’nin müze olmasına dair yürütülen çalışmalarda da bulundum. Kötü niyet aramıyorum ama şunu fark ettim: Diyarbakır Cezaevi’nde ne korkunç işkencelerin yapıldığını görüyoruz. Ama içinde hiçbir umut yok. Elimde istatistiki bir veri yok, tahmin yürütüyorum; orayı ziyaret edecek kişi yine duyarlı kişi, yine o korkunç şeyleri görecek. Ne korkunç şeyler yapıldığı görülmeli ama korkunç şeylerin hesabının da olabileceğini bilmeli insanlar. En azından burayı gezecek insanlar bunu fark etmeli. Bunu fark etmeyen, görmeyen insan umutsuzluğa kapılır. Yaptığımız çalışmalar şunu ortaya koyuyor; bir adaletsizlikle karşı karşıya kalındığında eğer o adaletsizliği değiştirme gücünü kendimizde görürsek çok büyük çabalar sarf ederiz. Ama değiştiremeyeceğimiz kanaatine varırsak bu sefer kurbanı suçluyoruz. Yani ikincil kurbanlaştırma dediğimiz şey… İşte “o da böyle yaptı, şöyle yaptı” gibi… Ya da adaleti başka bir dünyaya gönderiyoruz. “Nihai adalet” diyoruz. Yani zulmü göz önüne sererken, ona karşı gösterilen direnişi hiçbir şekilde atlamamak gerekir. Ben hatırlamayı şöyle görürüm; o zulmün tekrarlanmaması için bir çaba olmalı, hatırlama ancak bu şekilde ezilene hizmet eder.
Bellek bir mücadele alanıdır
ÖZGÜR AMED: Hocam, senin de belirttiğin üzere hatırlamanın nasıl olması gerektiği bugün önümüzde duran bir meseledir. Politik bağlamda iki taraflı bir hafıza var: Biri hatırlama ile var olan bir taraf, diğeri de unutturabildiği ile var olan bir taraf. İki varlık durumu var. Tezat bir biçimde biri hatırlamaya dayalı, diğeri unutturmaya dayalı. Hatırlamaya dayalı dediğim ezilenin belleği, unutturmaya dayalı hafıza ise iktidarın belleği.
Tarihselliği de böyledir. Belleği bir savaş alanı olarak görmek gerekir bence. Zafer dediğimiz şey hafızanın yerleşmesidir. Örneğin İsmet İnönü anılarında bahseder. Özellikle o 1923-1938 arası Türkiye’deki ulus devlet inşası sürecinde eğitim, sosyal, psikolojik, politik hatta biyolojik anlamda yaptığı o ‘yeni’yi yaratma meselesi hakikaten derslerle dolu. Aynı zamanda bir hafıza kavgasının devlet tarafından nasıl verileceğine dair muazzam doneler barındırıyor. İsmet İnönü bence önemli olan bir ayrıntıya da değiniyor. Sadece inançları yok etmek, adetleri yok etmek, kültürü yok etmek ya da mekânı yok etmek yeterli değil diyor. Diyor ki bunlara dair anıları da yok etmek gerekiyor. Haliyle, o tarih dediğimiz şeyin nasıl bir ‘düzeltme’, silme, yerine geçme meselesi olduğu netlik kazanıyor. Biz hatırlama meselesini de bu yok etmeden kurarız. Yani buna karşı çıkmak…

Burada önemli olan hangi yöntemle hatırlayacağımızdır. Daha doğrusu direniş yöntemlerimiz neler olabilir bu konuda? Çünkü hafıza aynı zamanda bence bir direniştir de. Unutmayı nasıl pes etmekle bir görüyorsak, o zaman hatırlamak da bir direnme biçimidir. Bunun tarihsel arka planı Roma İmparatorluğu’na kadar gider. Bir kesimi, bir topluluğu lanetleyip hatırlanmasını istememek… Modern örneklerden biri Roboski’dir mesela. Onu hatırlatacak her şeye şerh konuluyor. Lanetleniyor yani.
Bir diğer şey hatırlamanın kendisi bir inşa sürecidir. En azından bir inşa olarak ele alıyorum ben. Hatırlamaya dair kullanacağımız araçlar bu meselenin ideolojik yönüdür. Biz Kürtler için son kırk yılda hatırlama pratikleri/biçimleri oluştu. Bunlar elbette politik hatırlama yöntemleridir. Bu zaman diliminde yeni bir hatırlama momenti var.
Nasıl, biraz açar mısınız orayı?
ÖZGÜR AMED: Örneğin yetmiş-seksen yıl öncesindeki hatırlama pratiklerine baktığımızda pek de bir şey göremeyiz. Ama Kürt özgürlük hareketi toplumsal açıdan destek kazanırken elbette ki bu toplumsallığın daha da gelişmesi için kendi tarihine referans veren, direniş pratiğine referans veren yapı haliyle hatırlama meselesini yeniden üretmiş oldu. Burada bir dezavantajımız var. Biz tüm hatırlama meselelerini politik hatırlama üzerinden kurduk. Örneğin Paul Connerton’ın Toplumlar Nasıl Anımsar isimli bir kitabı var. Orada hatırlama meselesi ritüeller üzerinden verilir, gündelik sosyal pratikler üzerinden verilir ya da daha geleneksel olay ve olgular üzerinden değerlendirilir. Ama bizim hatırlamalarımız çok yoğun bir biçimde politikti. Bence bu yer yer dezavantaja sebep oldu. Fakat muazzam bir hafıza kurdu.
Elbette ki pek çok yöntem var. Bir hafıza mekânı olan Diyarbakır üzerinden söyleyeyim örneğin. Biz bu yöntemlerin çoğunu kullanamıyoruz şu an. Çünkü aktif bir durumun içindeyiz. Haliyle bu, geçmişi değerlendirmede bize engel yaratıyor. Bir diğer şey bizim hafızaya dair yaklaşımımız biraz zayıf. Bu da biraz bizi bilinç meselesine götürüyor. Siyahilere yönelik ayrıma karşı mücadele eden halk önderi Steve Biko demiş ki: “Hem kıçımıza tekme vuruyorlar, hem de bize ne yapacağımızı söylüyorlar.” Mesela bu hattın geldiği ilginç yerlerden biri bence Hawar dergisinin ilk sayısındaki giriştir. Celadet Bedirxan orada ‘kendini bilen insan, bir şeyler yapabilecek insandır’ minvalinde bilince atfen bir şey söylüyor.
Genel anlamda bizim hafıza ile kurduğumuz ilişkide bilinç konusu çok netameli işliyor. Bilinç derken örneğin neyi korumak, neyi kollamak, neye dair söz ve eylem üretmek gerektiği ve bunun hafıza olduğu konusu… Mesela şu an Sur’da yıkılmış bir evden bir taş alırsak otuz-kırk yıl sonra o bir tarihtir. Öte yandan hafıza meselesinde bir diğer dezavantajımız sistematik bir kırım altında olmamızdır. Ben bir birey olarak da kendime dair hafıza kurmakta zorlanıyorum bu durumun içinde. Ama elbette bu tartışma bizi mücadele biçiminin nasıl olması gerektiği noktasına da götürüyor.
Pasifleştirici hatırlama kültürü ihtiyaç değil
ADNAN ÇELİK: Özgür’ün bıraktığı yerden devam edeyim ben. İçinden geçtiğimiz dönem hafıza kırım ile hafıza inşa etmenin at başı gittiği bir zaman. Belki de önümüze koymamız gereken ilk gerçeklik bu. Kürtler için konuşacaksak, bir yandan egemenler despotik ve altyapısal şiddet ile Kürt sahasında bir bellek kırım siyaseti izliyor. Kişilerin canına kasteden boyutundan tutun, kültürel ve mekânsal yıkıma kadar çok geniş bir repertuarı da var o bellek kırımın. Fakat aynı zamanda Kürtler yürüttükleri mücadele dolayımıyla da bir bellek inşa etmeye çalışıyorlar uzun bir zamandır. Özgür’ün dediği gibi, son kırk yılda bu daha politik bir dile bürünse de, aslında Kürt sorununun kaynağının başladığı günden bu yana bir bellek inşası var. Bir yandan da o belleği sürekli dönüştürme var. Yani hafıza kırım ile hafıza inşanın senkronize yürüdüğü bir ortamda nasıl bir hatırlama kültürü sorusu gerçekten çok etkileyici. Bu noktada Düzgün Hoca’nın dikkat çektiği şey çok önemli. Büyük bir keyifle dinledim orayı. Bir kere eğer hatırlama toplumsal aktörlere, sıradan bireylere cesaret veren, onları mobilize eden bir şey değil de onların cesaretlerini kıran, onları yılgınlığa iten, onların kendi kabuklarına çekilmelerine neden olan bir şekilde kuruluyorsa burada gerçekten bir sorun var. Çünkü neden hatırlarız sorusunun bir amacı da geçmişin izlerinden geleceğe bağlanmaksa eğer, o anlamda toplumu, bireyleri mobilize edici bir hatırlama kültürüne ihtiyacımız var. Onları pasifleştiren, onları korkutan bir hatırlama kültürü değil…
İkincisi de -aslında başlarken de ona dikkat çekmeye çalıştım- sadece Kürt coğrafyasının özel durumundan bahsetmiyorum, dünya genelinde 1990’ların başından itibaren küresel bir mağduriyete dayalı anma ve hatırlama paradigması var. Bu paradigma, büyük oranda direnenlerin sesini kısan, direnenleri sessizleştiren ama kurbanları, mağdurları sahneye süren, kurbanları ne kadar mağdur olduklarını en yüksek sesle dile getirmeye cesaret veren bir paradigma. Bu paradigmanın insan hakları temelli bakış açısı, geçmişteki travmaları onarıcı bir takım ajandalarının olması tabi ki önemli –mağdurlar, kurbanlar var, onları inkâr edemeyiz- fakat bu paradigmanın en büyük tehlikesi neyi hatırlayacağımızın sınırlarını fazlasıyla daraltması. Bu ne demek? Çok sevdiğim bir söz var, Paramaz Kızılbaş’a ait. Ermeni soykırımını tartıştığı bir makalesinde meşruiyetini masumiyetinden, masumiyetini mağduriyetinden alan bakış açısına işaret ediyor. Yani diyor ki aslında Ermeni soykırımını konuşmamız için önce Ermenilerin masum olduklarını söylememiz lazım, Ermenilerin masum olduklarını göstermemiz için de onların ne kadar mağdur olduklarını beyan etmemiz lazım. Bir soykırımdan bahsettiğimizde bu cümle aslında ilk etapta sorunlu gibi gelmiyor. Fakat şuna dikkat çekiyor; bir milyonun üzerinde Ermeni ya katledildi, ya tehcir yolunda sistematik bir ölüme terk edildi ama aynı zamanda küçük çaplı direnişler de vardı. Hatta Sur’da o direniş vardı. Bu direnişleri tamamen konuşulamaz kılan, üzerini büyük bir sessizlik betonu ile kapatan bakış açısını eleştiriyordu. Burada da değinildi, gerçekten salt mağduriyete dayalı bir hatırlama kültürü bütün bu direnişi veya bütün bu direnenlerin mirasını, onların anılarını da sessiz kılar. O yüzden hatırlama kültürü çok sesli olmalı. Sadece mağduriyete ya da sadece direnişe odaklanan bir perspektif değil, çok yönlülüğünü bize gösteren bir pespektif olmalı.
Bir de şu sergi tartışması ile ilgili… O konuya doğrudan girmek istemiyorum ama belki şuradan bir şey söyleyebilirim; hatırlamanın zamansallığı… Bir şeyi ne zaman hatırlarız ya da ne zaman hatırlamamız gerekir? Ve bir şeyi nerede, nasıl, kime hatırlatmamız gerekir? Bu da çok temel bir mesele. Yani bu hatırlama ödevi temelinde eğer geçmişi tartışacaksak hatırlamanın mekânını ve zamansallığını göz ardı etmememiz gerekir. Son olarak, hatırlamaya konu olan failleri, hatırlamaya konu olan mağdurları sessizleştirmemek, onların sesine el koymamak, en doğru ifade ile onlar adına konuşmamak, onların anlatısını kendi öznelliğimize yedeklememek de çok önemli. Kürt sahasında benim gördüğüm bir diğer sıkıntı bu. Bazen fazla angaje olmak, fazla ‘duyarlı olmak’, kurbanlara, direnenlere fazla bir şekilde bağlı olmak farkında olmadan bazen onlar adına konuşmamıza, bazen onların seslerine de el koymamıza sebep olabiliyor.

‘Travma’ ve ‘hafıza’ kavramlarının içinin boşaltıldığı; üzülme duygusunun her halinin ve bohemin ‘travma’ diye, her türlü hatırlamanın da hafıza diye ifade edildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu anlamda Güneştekin’in sergisine de atıfla, böylesi toplumlar için hatırlama ya da hatırlatmanın amacı bir yandan o sorunun çözümünü talep etmeyi de içermez mi aslında? Yani Roboski’de 33 insanın öldürüldüğünü, 3500 köyün yakıldığını, 17 bin insanın ‘faili meçhul’ olduğunu söylemek değil sadece mesele. Aynı zamanda bunlara dair bir çözüm talebidir de hatırla(t)mak. Bahse konu serginin eleştirilecek en önemli yönlerinden biri bence oydu. Kurbanın eylemin bir nesnesi haline getirilmiş olması. İkincisi, çözüm talep etmesi gerekeceği için, faili göstermeden bir hatırlama ve hatırlatma pratiği ne kadar gerçekçi? Bu anlamda siz ne düşünürsünüz?
DÜZGÜN UĞUR: Fail gösterilmeden hatırlamak mümkün mü diye düşündüğümüzde, mesela Guernica’yı hepimiz biliriz. Guernica on yıllar öncesinden gelen bir eser. Aslında çok şey anlatır. Bir hatırlatmadır. Faili göstermez bir yandan ama gene de faili biliriz. Zehra Doğan’ın Nusaybin’i resimlemesine ceza verilmiş. Düşünün, kendi çektiği fotoğrafa bakıp resim çizmiş biri. Belki Guernica kadar değildir ama az şey söylemez o resim. Bunu cezalandırmanın anlamı şu; aslında faili açık bir şekilde göstermesek bile fail ortada duruyor. Sanat o konuda daha işlevsel bir rol üstleniyor gibi geliyor bana. Özgür hatırlamanın kendi başına bir direniş olduğunu söyledi. Biraz farklı düşünüyorum. Unutmak daha zor, daha fazla enerji isteyen bir iş. Siz unuttuğunuzu aslında unutmuyorsunuz. Bir yere gitmiyor. Gene psikolojiden söyleyeceğim; gömülmeyen ölüler hortlarlar. Unutmak, bir tür ölünün gömülmemesi. Hesaplaşmamak gibi bir şey. O yüzden unutmak, hatırlamaktan çok çok daha zor. Aslında taşırsınız onu. Bedeninizde, bilincinizde, ruhunuzda taşırsınız. Davranışınıza yansır. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da öyle.
Fail ile ilgili kısımda… Tam da fail ayakta iken, fail hâlâ aynısını yapabilir düzeyde iken hatırlamak ne kadar işlevsel olabilir ki? Orası tabi ki tartışmalı. Genel olarak bir barış sürecini düşünürsek öncelikle haksızlığa uğrayan tarafa bir güç bahşetmeli, haksızlığı yaratan tarafı da bir şekilde ahlaki yoksunluktan öte bir adalet ile karşı karşıya geleceğini, bir adaletle en azından değerlendirileceğini hatırlatmak lazım ki barışı sağlamak mümkün olsun.
Faillik meselesinde bir de şu var; toplumlar homojen değildir. Toplumların içerisinde failden yana olmadığı halde, fail gibi davranan kendi iç dinamikleri de vardır. Homojen bir fail yok aslında. Homojen bir kurban da yok.
Mağduru anlatırmış gibi yapmak…
Mesela Avrupa’da Holokost meselesi hala bir hakikat-adalet-onarım bütünselliği ile çözülmüş değil. Bununla ilgili resmi süreç işlemiş değil. Yine Avustralya Başbakanı çıkıp Aborjinlerden özür diledi ama yapılanların tazminine ve onarımına dair herhangi bir adım atılmadı. Burada da Dersim ile ilgili yarım ağız benzer bir şey oldu. Yahudilerde süreç şöyle oldu sanki; failin aynı eylemi tekrarlama durumunun olmadığı bir dönemde, özel olarak 1960-1970 sonrası, Yahudi sineması Holokost’u bütün dünyaya gösterdi. Holokost’a dair bugüne dek belki çekilmiş yüzlerce film var ve sinema tarihinde önemli yer tutan filmler de var bunların arasında. Yani siyaseten bir çözüm gerçekleşmeden Yahudiler böyle bir hatırlama ve hatırlatma pratiği sergilediler. Bu coğrafyada da henüz politik anlamda Kürt sorununun çözümü gerçekleşmemişken bizim hatırlama ve hatırlatma pratiğimiz nasıl olmalı?
ÖZGÜR AMED: Sen söyleyince hatırladım. Gerek Holokost tarihi açısından, gerek hatırlama-hafıza çalışmaları açısından literatür genel olarak Yahudilerden çıkıyor. Bu konuda genel kabul gören bir yapım var; Shoah belgeseli. Bu belgeselde şöyle bir tarz var. Belgesel bir tek ölüyü bile göstermez. Örneğin Auschwitz’in içine girmez kamera. Yolu gösterir, tren rayını gösterir, birbirleri ile konuşan insanları gösterir vs. Kurban ve fail meselesi bugün bizim önümüzde de duran çok güncel bir mesele. Ahmet Güneştekin’in sergisine dair esas tartışma konularının başında da bu geliyordu zaten. Çünkü bizim hafıza ve hatırlamayla kurduğumuz bağ bu kurbanları araçsallaştırma meselesinde de çok başat bir yerde bence. Burada kıstas şu olabilir mi acaba: Başkasının acısına nasıl bakıyoruz? Bu mesele çok incelikli, çok hassas bir konu. Çünkü mağdurun gözünden bakmak, çok zor. O serginin yapamadığı şeylerden biri budur örneğin. Yapamaz da. Çünkü mağdurun yanında değil. Esasen ezilenin hafızasına dair doneler sergileniyorken, gerçekte failin hafızasıdır orada. Devlet kibri öyle bir şeydir. Senin hafızandan bahsedermiş gibi yapar ama oradaki onun hafızasıdır. Mağduru anlatır gibi yapar ama aslında kendi zulmünün yeniden üretimidir orada olan.
Diyarbakır’da yaşayan bir şair o sergiye dair, ‘Katil, olay mahalline geri döner’ diye bir ifade kullandı. Senin söylediklerin bana onu hatırlattı.
ÖZGÜR AMED: Demokrasiyi demokrasi yapan şey konuşabilmekle çok ilişkili. Birilerinin adına konuştuğumuz zaman ve o adına konuştuklarımız ortada yoksa, özne değillerse burada bir sıkıntı yok mudur? Biz ne yapmış oluyoruz? Hakikat denen şeyi yer yer pozitif bir nesnelcilik ya da yer yer göreceli bir öznellik içinde konumlandırıp ortaya bırakıyoruz. İkisi de ikiyüzlüdür. Her kim olursa olsun, birileri adına konuşmaya çalışan kişi de devletin o kibriyle hareket ediyordur aslında.

Acının dumanları tüterken henüz…
ADNAN ÇELİK: Fransız bir felsefecinin kullandığı bir kavram var; ‘şimdicilik’ diye. 1990’lar sonrası oluşan hatırlama paradigmasının sınırları ve zorluklarına döneceğim. Şimdiciliğin en büyük tehlikesi herhangi bir şey gerçekleştiği anda onun çok hızlı bir şekilde tarihselleştirilmesi, çok hızlı bir şekilde tarihsel kılınması! Yani çok hızlı bir şekilde geçmişe aitmiş gibi konumlandırılması… Söz konusu sergide benim en problematik bulduğum konu buydu. O acının, o şiddetin henüz ‘dumanları tüterken’, hemen geçmişe ait kılınması ve sanki geçmişte kalmış, bitmiş, şimdiye sirayet etmiyormuş gibi yorumlanması… Oysa ki 2015’in sonu, 2016’nın başından bahsediyoruz. Yani hâlâ ablukanın bitmediği, hâlâ oradaki ‘enkazın’ dahi kaldırılmadığı, molozların arasından kemiklerin çıktığı bir gerçeklikten söz ederken, bunun sanki geçmişe ait bir şeymiş gibi sunulması insanlara… Bu nedenle hatırlama kültürü içerisinde nasıl hatırladığımızın zamansallığı meselesi önemli. Bir de o acılara doğrudan veya dolaylı olarak sebep olanların tüketimine sunulması başlı başına etik bir problem…
Şimdi senin Holokost ile ilgili söylediklerine dönersem… Henüz bitmemiş bir şeyden bahsediyoruz bu coğrafyayı ele aldığımızda. Konuştuğumuz konu, bağlam, durum devam eden bir şey. Uzun bir zamandır devam ediyor ve daha uzun bir süre devam edeceğe de benziyor. Süregiden, devam eden bir olayın içerisinde konum almak, o olaya dair konuşmak, o olayla ilgili bir takım hatırlama çerçeveleri kurmak gerçekten kolay değil. Çok komplike bir durumdan bahsediyoruz çünkü. O açıdan Kürtlerin yeni hatırlama kültürü inşası gerçekten öncekilerden çok daha komplike bir iş. Ve bu inşa bizzat Kürtlerin kendi elleri ile de olabilecek bir inşa değil.
Bir de bütün o kullandığımız dağarcığın da nasıl zamansal bir şey olduğunu unutmamak gerekiyor. Elbette biz de bu dağarcığı kullanarak anlam çerçeveleri kurmaya çalışıyoruz. Ama aslında kullandığımız bütün kavramların, bu hatırlama kültürünün ideolojik yörüngesi ile çok alakası var. Nasıl bir hatırlama kültürü sorusunu kendimize sorduğumuzda bunu da artık düşünmemiz lazım. Batı merkezli, egemen merkezli epistemolojinin bizi nasıl esir aldığı meselesidir bu. Bundan kurtulmak için yeni kavramlar da üretmemiz gerekiyor belki.
Kayyum rejimi: İkinci Şark Islahat Planı
Egemenlerin hafıza kırımı politikasında da bir dönüşüm olduğu gerçeğini de biraz konuşalım. Özellikle ‘çözüm süreci’nin sona ermesiyle birlikte bu politikanın dönüştüğünü söylüyoruz. Yani işte kültür merkezlerinin yıkılmasından kadın daire başkanlılarının kapatılmasına, heykellerin kaldırılmasından yer isimlerinin değiştirilmesine, mezarlıkların tahrip edilmesinden başkaca birçok şeye dek yoğun bir hafıza kırımı… Ne dersiniz, bu dönüşüm neden oldu Özgür Hocam?
ÖZGÜR AMED: Bunu anlatmak için son otuz yıla dair bir tasnif yapmak gerekiyor. 1990 ile 2000, 2000 ile 2015 ve 2015 ve sonrası şeklinde üçlü bir tasnif yapıyorum ben. Her bir dönemi bir Kürtlerin cephesinden, bir de devlet cephesinden okuyabileceğimiz bir şema bu. Bunları pencere olarak da görebiliriz. Bu yürüttüğümüz tartışma bağlamında, bence esas olarak üzerinde durulması gereken, şu an tartışılmasında fayda gördüğüm şey, özellikle 2015 ve sonrası… 2015 ve öncesini daha klasik bir yaklaşımla okuyabiliyoruz veya neoliberalizmin veçhelerinde görebiliyoruz. Ama 2015 ve sonrasında yeni hafıza peyzajları, bir dönüşüm, hatta bence yeni bir akıl var. Kısaca özetlersem; birincisi 6-8 Ekim meselesi, olduğu gibi orta yerde duruyor. Son 6-7 yıllık saldırı siyasetinin erken doğumudur o. İç güvenlik paketi denilen şeyi daha erken hayata geçirmek durumunda kaldılar. Buradaki siyaset küresel bağlamdan kopuk değil elbette. Dünyada küresel dönüşüm 11 Eylül ile başlıyor. Türkiye’nin de kendisini o küresel dönüşüme nasıl adapte ettiğini görmek mümkün.
Diğer bir şey… Elbette ki iktidarın pek çok kaynağı var. Bu kaynaklar her zaman eşgüdümlü değil. Ancak bu dönemde devlet ‘iki elini’ birden kullandı.
Bir diğeri, kayyum rejimi diye bir şey doğdu. Bence Kürt hareketinden intikam alıyor bu yöntemle devlet. Kayyum rejimi, ikinci Şark Islahat Planı bence. O derece önemli.
Bu politik tabloyu ortaya koyduktan sonra şunu söyleyebilirim; son altı yıldır bizde yas duygusu kayıp. Aslında söz konusu sergide de gördüğümüz üzere insanlar en çok tabuta kızdı. Bu tesadüfi bir tepki değildi. Yas tutamamakla ilgili bir refleksti aslında. Çünkü altı-yedi yıldır tabut var, ölü yok ya da beden var, tabut yok.
