SEZAİ SARIOĞLU
“ ‘Bütün mitologya, doğal güçleri imgelemin içinde ve imgelem yoluyla denetler, yönetir, biçimlendirir’ diyen Marx, insanın doğa güçleri karşısında egemen duruma geçmesiyle mitologyanın ortadan kaybolduğunu belirtir. Bu egemenlik durumu, dünya üzerine düşünmenin bilinçli bir biçimde sanatta süreceği bir aşamadır.”
(Aydın Afacan, Şiir ve Mitologya)
Mitolojinin, bu güne kadar sarkan kültürel bir zemin olması, “anlatıcı ifadenin en eski atası” olarak, dilin, dinin, şiirin, masalların, tragedyanın, bilimin, iktisadın ve siyasetin içinde “mitolojik ruhun” varlığı düşünüldüğünde, mitoloji ile ne yapacağımız onu günümüze nasıl tercüme edeceğimiz, siyaset dahil başka disiplinlerle bağlantısını nasıl kuracağımız önem taşıyor. Daha özelde ise Kawa mitosunu, Newroz’u ve ateşi siyaset gömleğinin yakasına nasıl iliştireceğimiz güncel bir görev olarak önümüzde duruyor. Madem ki tarih insanın önüne çözebileceği sorunları koyar, tarihen ve siyaseten Newroz ateşinin bizim neyimiz olduğu, hangi mecaza ve hakikate karşılık geldiği üzerine dertleşmekte fayda var…
Ateşin dilinden anlamak…
Hal böyle olunca, bu yazının ana fikri sayılacak ateşe yolumuzu düşürüp yakından tanımaya heves edelim:
“Eğer yavaş değişen her şey yaşamla açıklanabilirse, hızla değişen her şey ateşle açıklanabilir. Ateş, en ileri derecede canlı ögedir. Ateş kişiye özgü duygular içerir ve evrenseldir. O yüreğimizde yaşar. Gökyüzünde yaşar. Maddenin derinliklerinden yükselir ve kendini bir sevgi gibi sunar. Geri maddenin derinliklerine iner ve kendini gizler, sıkıştırılmış nefret ve öç gibi. Tüm bu olgular arasında birbirine zıt iki değeri, iyiliği ve kötülüğü aynı açıklıkla taşıyabilen tek olgudur. Cennette ışık saçar. Cehennemde yakar. Ateş tatlıdır ve ateş işkencedir. Mutfaktır ve kıyamettir… Kendisiyle çelişkiye düşebilir. Bu nedenle evrensel açıklamanın ilkelerinden biridir…” (Gaston Bachelard, Ateşin Tinçözümlemesi)
Bu uzun alıntıdan sonra nefeslenip, “zıtların birliği ve mücadelesi” bağlamında ateşin içerdiği bu yaman çelişkiyi düşünelim. Mitos gibi doğa da ateş de insanla konuşur. Ateş, ses, söz ve dil düzenine geçtiği andan itibaren insan denen varlıkla kendi adına konuşur. Bu konuşmalardan doğanın haberi var mıdır bilinmez ama ateş masal anlatıcısı bir nâkil gibi, geçmişten havadisler anlatarak sürekli olarak konuşur. Yanarken de sönerken de dilbaz olan ateş “kin” de tutar, sever de sevilir de âşık olmakta üstüne yoktur. Sözün burasında altı çizilmesi gereken; ateşin ve doğanın bir alfabesinin, dilinin olduğu lâkin kendini doğanın efendisi ilan eden insanın bu dili anlamakta zorlandığıdır. İnsanın çoğu kez işi düştüğünde veya canı yandığında ateşle konuşması can havlidir. Bu bağlamda Newroz’un tarihi, ateşe yolunu düşürmenin, ateşin dilinden anlamanın, onu pratiğe geçirecek bir dil bularak ve gereğini yapmanın tarihidir. Hulki Aktunç’un “Biz yangın kavmindeniz/ Ne giysek alev” dizeleri sadece bir âh ve yara beyanı olarak değil, ateşe ilanı aşk olarak, dahası özgürlük imgesi olarak ateşe kayıtlanmak olarak da okunmalıdır.
Sözün burasında, mitolojinin temel izleklerinden biri olan, kör ozan Homeros’un İthaka yolculuğunu özetleyen, “İnsan ne zaman evindedir” veya “ne zaman evinde değildir” cümlesinden hareketle, mitolojik kahraman Odysseus’un kulağını çınlatarak sormalıyız? İnsan ne zaman ateşe kayıtlıdır? Ne zaman ateşin evinde ve kalbindedir?
Ateşin özetini çıkarmak…
“Dublin’in, bu kentin görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi, Ulysses’e bakarak, yeniden, eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum.” (James Joyce)
Bu alıntıdan el alarak söylersek; ateşe, Newroz mitosuna bakarak da bir hakikat inşa edilebilir. Ama bunun için teoride doğru söyleyip pratikte şaşmamak, ateşi cümle içinde yanlış kullanmamak gerekir. Newroz ateşi, bir toplum tasavvuruysa, ateşe bakarak, adaleti ve özgürlüğü tasavvur edebilir, düşlerimizin özetini çıkarabiliriz. Lakin, mitos ve ateş sürekli güncellenmezse ulaşılmaz bir imge, düş olarak hep uzakta kalır. Oysa siyasetin işi-düşü uzakları yakına çağırmakla yetinmek değil, amaca uygun araçlarla yakına getirmek, gelecek naz ediyorsa üşenmeyip yanına gitmektir.
Şöyle de söylenebilir; MitosAteşNewroz bitişik yazılır, devlet ayrı… En kötü zamanlarda birbirine kefil olan Mitos, Ateş ve Newroz hem üçlemedir hem de tek tek tarihin ve coğrafyanın kurucu ögelerinin ellerinden tutan değerlerdir. Bu üçlünün zaman içinde değişik nedenlerle evcilleşmesi ise bunların nitelik değişiminin delilidir. Evcilleşme ise tek tek sözcükler ve kavramlardan başlayarak, bazen teorinin bazen pratiğin evcilleşmesi olarak seyretmesi ocağımıza incir dikildiğinin âlâmetidir.
Ne zaman “ateş” ve Newroz bahsi açılsa, 12 Eylül 1980 öncesindeki “Gölge madde mi mânâ mıdır?” tartışması gelir aklıma… Angelus Silesius’un yüzyıllar önce tarihin ortasına bıraktığı,“Güle dair bir neden yok/gül açar çünkü açar/Ne gözetir kendini/ne görülmek arzular”dizeleri, “kendiliğindenciliği” kutsamak değil, doğanın diyalektiğini ve sırlarını anlamak açısından önemlidir. Tarihin kendiliğinden mecrası ile örgütlü mecrası arasında bir seyir, bir maceradır bu… Ateşin kendiliğinden ve örgütlü seyri, Marx’a atfedilen, “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” şeklindeki kendiliğinden ilksel bilmenin ötesine geçmeyi, modern toplumun örgütlü olduğu gerçeğini hatırlatır. Ateş de aşk gibi bir örgütlenmektir, bir düşünün?
Demirci Kawa dahil mitos diyalektiği, kahramanın yolculuğunu içerir. Bu yolculukta kahramanın ayağı sürçmeli, zulme uğramalıdır ki halk onu benimsesin ve can kafesinde saklasın. Hayat ve devrim, bir engelli koşudur. Özellikle ateşin küllendiği ya da küle gizlendiği “ricat” dönemlerinde takımdan ve ateşten ayrı düş koşu yaparak “bir ağaç gibi tek ve hür” olmak gerekebilir ama bunu “bireycilik” ile karıştırmamak gerekir.
Mülksüz ve sınır ötesidir ateş
Ateş mülksüzdür.Tabusuz ve tapusuz sevmektir onun mecrası ve macerası. Bu bağlamda da, devletlerin zorla veya rıza yoluyla asimilasyoncu politikaları ve poetikaları karşısında dillerin ve kavimlerin anlam alışverişinde bulunmalarını düşler. Ateş, vizesiz, pasaportsuz serbest dolaşımı sever, sınır ötesi ve sınır aşırıdır. Ateşin üstünden atlamak, sınırları aşmak, sınır ve ulusötesi bir toplum tasavvur etmektir. Ateş ile taş teori ve pratik kardeşidir. Yıllar önce imkânlı bir muhabbette şair İlhan Berk, “Bir kaldırım taşı/hiç gülmüş müdür/kimse bilmiyor” dizelerini serpiştirince, bana “beyin fırtınası” şansı doğmuş, kendimce dillenmiş, tarihin ve coğrafyanın Paris Komünü’nde olduğu gibi kaldırım taşlarının güldüğüne tanıklık ettiğini söyledikten sonra, Edvard Said’in sınırdan İsrail devletini taşlamasını da eklemiş muhabbetin mecrasını değiştirmiştim. Dahası vardı elbet, bu coğrafya, bazen çocuklar taşın yaşını büyütüp attığına, bazen de taşın çocukların yaşını büyütüp menzile attığına tanıktı. Hrant’ın öldürülmesiyle ele avuca sığmaz taş olmadığına âh eden kaldırım taşlarının ağladığına tanık olmuştuk…
Kimliğimizdir ateş… Size yaman çelişki gibi gelebilir ama ateş, “yangında ilk kurtarılacak” bir cevherdir… Lâkin mecramız ve maceramızın ana fikri olan düş, kimliğimizi sahiplenerek, ezme ve ezilme, sömürme sömürülme ilişkisinin her türlüsüne esastan ve usülden karşı çıkarak “kimliksizliği!” en uç noktasına kadar götürme siyasetidir. Aynı şey “siyaset” sözcüğü için de geçerli olduğundan şu netameli notu yazının ortasında korsan mitinge sayın: “Seyis”ten türetilen “siyaset” sözcüğü, “tımarı”, “gütmeyi” ve “hizaya sokmayı” içerir. Bu sözcüğü devralan Osmanlı’da “siyaset etmek”, “öldürmek” anlamına gelir ki siyaset çeşmesinde insanların başı vurulurdu. Bu bilgilerden hareketle söylersek, bizim/bijim mahallenin çocukları paradoksal olarak, siyasetin de olmadığı bir dünya özleminde olduklarından, “siyaset”i ortadan kaldırmanın da “siyasetini” yaparlar.
Ateşe, diline, Newroza geç kalma!
Demirci Kawa’nın, çıraklarıyla arasına “sır perdesi” koyup koymadığını hep düşünmüşümdür. Bana sorarsanız ateşe ve demire sır verip sır almakla yetinmez Demirci Kawa. Bu sır, gençliğini yere bakarak geçiren Şeyh Galip’in, “Sır şahtır ona ihtimam et!” dediğince, yüzyıllardır kulaktan kulağa, dilden dile devredilir. Demir’in pası da bir mecaz, bir kıssadan hisse olarak geçer mitolojiye ve bilici Aşil’in yaraladığı Telephos’a “yarayı yapan iyileştirir!” der. Ve Aşil, onu yaraladığı mızrağın ucundaki pastan merhem yaparak iyileştirir Telephos’u… Ezcümle ateş hem şah hem de merhemdir, ona ihtimam etmek, Newroz’un şartlarındandır…
Masallar üzerine araştırmalarıyla da tanıdığımız seyyah Özcan Yüksek’e inanmak gerekirse, “Masallarda hep iyiler kazanır. İyiler kazanmazsa herkes kaybeder”miş. Bu cümleyi ateş ve Newroz bahsine şöyle uyarlayabiliriz: Yanma ve aşk bahsinde hem mecaz hem de siyaseten ateş ve iyiler kazanır. Son tahlilde veya ilk tahlilde, er geç kazanır. Ateşin, özgürlüklerin kazanmadığı zamanlarda ise kötülerin, egemenlerin kazanması bu gerçeği değiştirmez. Bu bağlamda siyasal tansiyonumuzun doruk yaptığı yılların içinden geçerken, ateşe, özgürlüklere, sokaklara, birbirimize, dillere geç kalmamak temel siyasal ve sanatsal görev olarak bizi bekliyor…
Az gittik uz gittik, mecaz gittik hakikat gittik, ateşten atladık, sınırlar geçtik ve geldik yazının sonuna. Sözü bu kadar uzatmam, “Ateşe geç kalma… Diline ve dillere geç kalma. Newroz’a ve kendine geç kalma” demek içindi…