RECEP MARAŞLI
Sanayi kapitalizmi Kürdistan’a ancak 1950’li yıllardan itibaren girmeye başladı. Bundan önceki süreç ulusal direnişleri kırma ve Hakkari, Botan, Diyarbakır, Ağrı, Zilan, Dersim gibi bölgeleri üzerinde Türk ulus-devletinin egemenliğini sağlama dönemleridir. Dersim 1938’le bu süreç tamamlandıysa da 1940’lı yıllarda tüm dünyayı kasıp kavuran 2. Emperyalist Savaş, Türkiye’nin de içe kapanmasına ve zorunlu savaş ekonomisi uygulamasına neden olmuştu. Bu olağanüstü koşullar cumhuriyetin sömürgesinden ekonomik olarak yararlanmasını geciktiren etmenlerdi.
1915 Ermeni, Asuri ve Süryani soykırımı; Batı Ermenistan, Kürdistan ve Mezopotamya coğrafyasının etnik-demografik yapısını kökten değiştirdiği gibi; üretici güçlere, küçük mal üretimine, ticarete, kültüre, zanaata büyük darbe vurmuş, şehir medeniyetini adeta çöle çevirmişti. Cumhuriyet döneminde yürütülen katliamlarla, ona eşlik eden büyük göç ettirme ve mecburi iskân politikaları sonucu kalan toplumsal dinamikler de büyük ölçüde kötürümleştirildi.
Sömürgedeki feodal üretim ilişkileri ve kurumlarının kapitalist yeni-sömürgecikle eklemlenmesi güç oldu. Osmanlı Saltanatı döneminde Kürt beylikleri ile kurulmuş olan gönüllü ve çıkara dayalı işbirliği, yerini genç Cumhuriyet’in “tek ulus, tek devlet, tek bayrak”a dayalı Türklük dayatmasına bırakmıştı. İtirazlar kanlı biçimde bastırılırken ulusal istemlere sahip çıkan kimi aşiret reisleri, aydınlar, din adamları ya imha edilmiş veya sürülmüşlerdi. İşbirlikçi feodal, eşraf ve mütegallibe ise bu yeni duruma adapte olmakla kalmayıp sömürgeciliğin gönüllü jandarmaları haline gelmişlerdi.
Öteden beri var olan Osmanlı-İran sınırına ek olarak yeni oluşan devlet sınırları Kürdistan coğrafyasındaki iç pazarı bölerek zaten savaş nedeniyle daralmış olan ekonomik yaşamı iyice felç etti. Daha birkaç yıl öncesine kadar serbestçe dolaşımı mümkün olan büyük ve küçükbaş hayvan, yün, yağ, tütün gibi malların ticareti, artık bu yeni sınırlara takılıyor, “kaçakçılık” adıyla ölümcül bir suç sayılıyordu. Kürdistan’daki mal dolaşımının Türkiye’nin iç pazarına döndürülmesi çabası jandarma zulmünün bir başka boyutunu oluşturmaktaydı.
Merkezi otoritenin ‘bölgeyi’ geri bıraktırma ve feodal ilişkileri korumasının bilinçli bir politika olduğuna kuşku yok. Sermaye birikimine ve sanayi yatırımlarına asla izin verilmedi. Bir yandan arta kaldığı kadarıyla bile Rum, Ermeni ve Yahudi toplumlarındaki mal varlıklarının devlet eliyle zorla Türkleştirilmesi (1942-43 Varlık Vergisi, 1936 Trakya, 1955 6-7 Eylül Pogromu gibi) operasyonlarını sürdürürken Kürtlerin sermaye birikimine izin verilmesi düşünülemezdi.
Halkın ’Ağa’ları, devletin ‘Beyefendi’leri!
Verimli ovalar, geniş otlaklar sayesinde hayvancılığın ve geleneksel usullerle tarımsal üretimin ağırlıkta olduğu ama endüstriyel üretimin çok geri olduğu bir ekonomik yaşam söz konusuydu. Aşiret ilişkileri halen çok güçlü olduğu için yoksul köylülüğün sömürülen emeği aile içi bir sorun gibi görülüyordu. Kent ve kasabalardaki zanaatkârlık ve çarşı esnaflığı ulusal kültürel gelişmenin, bilinçlenmenin de nüvelerini taşır. Henüz bir sanayi proletaryasından bahsetmek mümkün olmadığı gibi, bugün Türkiye’nin ucuz işgücü deposu olan mevsimlik işçilik bile o günlerde çok kişiye nasip olmayan bir ayrıcalık gibiydi.
2. Dünya Savaşı sonrası yeni düzen ve bunun Türkiye’ye yansımaları sonucu 1950’li yıllar Kürdistan’a da yeni kapitalist ekonomik ilişkilerin doludizgin girmesini getirdi. Sömürgeciliğin kolonları olan ‘Karakol ve Okul’un yanına artık bankalar ve siyasi parti binaları da yerleşti. İşbirlikçi feodalite bu kez büyük şirketlerin bayilikleri ve iktidar partilerinin yerel başkanları olarak pastadan paylarını almaya başladı; halkın“Ağa”ları, merkezi yönetimin “Beyefendi”leri…
Yine bu yıllarda Kürdistan’ın yer altı ve yer üstü zenginliklerini kullanma amaçlı sanayi yatırımları başladı. Batman ve Diyarbakır’da petrol üretimi ve rafine tesisleri, Elazığ’da Bakır Maden İşletmeleri, Mazıdağı’daki fosfat fabrikası ilk elden sayılabileceklerdi. Bu haliyle yalnız Türk değil, Shell ve Mobil gibi uluslararası şirketler de sahaya girmiş oluyordu. Kır yoksulluğu ve köylülüğün baskın olduğu bir toplumda bu az sayıdaki sanayi işçiliği; düzenli geliri, sigortası, emeklilik hakları vb. ile bir ayrıcalık gibi görünüyordu.
Bu sınıfsal hareketlenmeler yıllar içinde kaçınılmaz olarak sendikalaşma, örgütlenme ve sınıf farkındalığı gibi olguları da beraberinde getirecektir.
Siyasal aydınlanma ve ‘Sol’ konsensus
Kural burada da değişmedi, sınıf bilinci öncelikle sınıfın dışında gelişti. Bu sadece sosyalist değil milliyetçi akımlar için de geçerlidir. Ki 1950’li yılların sonlarına doğru Kürt aydınları arasında ilk hareketlenmeler görülür.
1945’de İran Kürdistanı’nda kısa ömürlü da olsa Mehabad Cumhuriyeti; 1958 Irak’ta, Baas darbesinin ardından güçlenen Barzani hareketinin yarattığı coşku ile ilk elde IKDP’ne (Irak Kürdistan Demokrat Partisi) yerel destek örgütleri oluştu. Medrese kökenli Kürt din adamları “Mela”ları ve çarşı esnafının öderliğindeki bu örgütlenmeler daha sonra T-KDP’nin (Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi) de yapı taşları oldu. Metropollerde yüksek öğrenim gören Kürt gençliğinde ise ulusal kimlik bilincinin yanı sıra sol düşünce daha ağırlık kazanıyordu.
1959’da İstanbul’da çoğunluğunu Kürt öğrencilerinin oluşturduğu 49 Kürt aydınının tutuklanması (49’lar Olayı) hem Kürt ulusal hareketinin Türkiye’de de yeni bir mecra kazanmakta olduğunu hem de devletin bu canlanmaları anında bastırma refleksini göstermesi bakımından önemlidir. 1960’taki askeri darbe, muhalif bütün gazetecileri ve tutukluları serbest bırakırken onlar Harbiye hücrelerinde kalmaya devam etti.[1] Üstelik darbeciler “Kürt tehlikesi”ne daha da önem vererek, birçok aşiret liderini Sivas’ta bir toplama kampına toplamayı da ihmal etmemişlerdi! Bu örnek daha çok CHP’de cisimlenen Kemalist militarist bürokrasinin askerî zorbalıkla egemen olmaya dayalı kurucu devlet aklıyla; DP, AP, ANAP, AKP gibi yapılarda görülen sermaye egemenliğiyle işbirlikçi entegrasyonu öne alan devlet aklı arsındaki farkı da yansıtır.
Buna karşın paradoksal olarak 1961 Anayasası’ndaki düşünce ve örgütlenme özgürlükleri sosyalistler için olduğu kadar Kürt aydınlarının da düşünsel açılımlar yapmasına olanaklar sağladı: “Dicle-Fırat“, “İleri-Yurt“, “Dicle Kaynağı” ve “Deng” gibi yayınlar örnek verilebilir.
1965’de TİP (Türkiye İşçi Partisi) yasal siyaset sahnesindeki yerini alırken; TKDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) yine de illegal bir yapılanma olarak örgütlenmek zorunda kaldı. Bu yüzden Kürt aydınları, siyasetçileri öncelikle kendilerini TİP legalitesi içinde ifade etmeye çalıştılar. TİP’in hem kadroları hem kitle tabanı olan önemli bir bileşeni haline geldiler. DDKO’lar (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ise yine, Kürt sosyalist ve yurtsever-demokrat öğrenci gençliğin legal alanda siyaset yapma ihtiyacının bir ürünü olarak yapılandı.
Paradoksal olarak köylülüğe daha yakın olan küçük burjuvazi yurtsever-milliyetçiliğe daha eğilimliyken; nispeten orta üst sınıfların çocukları sosyalist düşüncelere, sosyal demokrasiye daha açıktılar. Fakat her iki eğilim de Kürt ulusal demokratik hareketinin ancak uluslararası planda SSCB’nin desteğini kazanırlarsa başarılı olabilecekleri gibi bir inanca dayanan siyasal bir pragmatizme de sahiptiler. Türkiye’deki sol hareket ise üzerinde Kemalizmin ağır etkilerini taşımasına karşın yine de “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, “halkların kardeşliği”, “doğunun kalkınması” gibi prensipler ışığında diğer siyasal akımlarla kıyaslanamayacak ölçüde Kürt ulusal demokratik mücadelesinin yegane müttefiki durumundaydı. Haliyle “sol” bir konsensus oluşmuştu.
Kürdistan’daki tüm siyasi akımlar üzerinde etkili bir prestije sahip olmasına karşın, bir işçi sınıfı ideolojisi olarak sosyalist düşüncelerin henüz sınıfsal bir tabana oturmadığını; daha çok Kürt aydın ve orta tabakasının kültürel-ideolojik tercihi olarak geliştiğine dikkat çekmek yerinde olur.
Emekçi sınıf hareketleri
İşçi sınıfının daha zayıf ama küçük burjuvazi, yoksul köylülük ve tarım proletaryasının daha yaygın olduğu; ulusal kurtuluş sorununun öne çıktığı koşullarda “halkçı, köylücü, ulusal kurtuluşçu” sosyalizm yorumları daha güçlü taban bulma şansına sahip oldu.
Dünyayı sarsan 1968 devrimci dalgası ulaşmadan önce, 1966-67 yılında hem Türkiye genelinde hem de Kürdistan özgülünde sınıf hareketlerinin belli bir ivme kazandığını görmekteyiz. Sosyalist düşünce öncelikle ulusal baskı altındaki Kürt ve inanç ayrımcılığının hedefi olan Alevi toplumunda kitlesel bir sempati yaratmıştı. Bunun aynı zamanda köylü ve kentli emekçi sınıflarda çeşitli eylemlilik ve örgütlenmelerle kendini gösterdiğine de tanık oluyoruz.
Henüz bunlara sınıf bilinçli örgütlenmeler, hareketler diyemesek de emekçi sınıfların taleplerinin görünür biçimde öne çıktığı hareketlerdir.
Batman-İskenderun Petrol Boru Hattı inşaat işçileri
Petrol Boru hattının inşaatı Fransız-İtalyan ortaklığında bir şirkete verilmişti. Bu şirket dışarıdan getirdiği kendi elemanlarına 15 bin lira, Türk mühendislere 200 lira verirken, işçilere de saatte sadece 180 kuruş ödemekteydi. Temmuz ayı 55 derece sıcaklıkta çalışan ve kamyonlarla taşınan işçiler bu durumdan oldukça rahatsızdı.
İlk hareketlilik Eylül 1966’da boru hattında çalışan Diyarbakır, Urfa ve Siverek’teki 1200 inşaat işçisinin YİS (Yapı İşçileri Sendikası) öncülüğünde kötü iş koşullarının düzeltilmesi, çalışanlar arasındaki ayrımcılığa son verilmesi; saat ücretlerine 100 kuruşluk zam ve günlük 3 lira yemek parası gibi taleplerle çıktıkları grevdi.[2] Hükümet uluslararası şirketlerin de araya girmesiyle “milli güvenliği bozucu nitelikte” görerek bu grevi erteledi.
Siverek’te Arastul şantiyesindeki işçiler buna rağmen grevi durdurmamışlardı. Karşılarına çıkarılan süngülü jandarmalar işçileri kuşattı, dipçikleyip yerlerde sürüklediler. Savcılık devreye girdi, grevci işçiler sorgulandı, sendika sekreteri tutuklandı.
Batman Petrol Rafinerisinde büyük grev
1967’de yerel petrol sendikasının Batman petrol rafinerisinde yaklaşık 3 bin işçi ile başlattığı grev, Türkiye geneli için de ilklerden biridir.[3] Grev 7 Şubat 1967’den 4 Mayıs’a kadar 3 ay sürdü. Rafineri önünde baretleriyle toplanan işçiler, taşıdıkları dövizlerle miting ve yürüyüş düzenlediler. Yöneticiler ise büyük kamyonların klaksonlarını çaldırarak ve megafonlarla işçilerin sloganlarını bastırmaya çalışıyordu. Grev ve eylemler büyük yankı yarattı.[4]
Yerel sendikanın temel talebi, TPAO işletmelerindeki ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, işçi alımlarında adam kayırmacılığına son verilmesi, ücretlerin yükseltilmesi gibi isteklerdi. Grev ve toplu sözleşme hakkı yasalaşmış olsa da, grevi ulusal çıkarlara karşı yasa dışı bir eylem gibi gören Rafineri yönetimi, grevi kırmak, işçileri bölmek için yoğun bir çaba gösterdi. “Çalışmak isteyen işçileri korumak” adına valilikten ve jandarmadan yardım isteyerek işçileri sindirmeye çalıştılar.
Rafineri Müdürü Nevzat Yıldırım, basına grevin “25 kuruşluk fark yüzünden” çıktığı açıklamaları yaparak, işçilerin taleplerini önemsizleştirmek ve grev kırıcılığı için çalışıyordu.
Buna karşılık grev hem halktan, hem işçi alımlarının iktidara yakın olan ağa ve beylerin keyfiyetine bağlı olmasına tepkili olan işsizlerden; öğrenci gençlikten hem de rafineride çalışan ODTÜ’lü mühendislerden yoğun destek gördü.
Daha önce grev deneyimi olmayan işçiler, el yordamıyla kendi yollarını arıyorlardı. Sendikasız işçilerin tesislere girmesini önlemek için demiryolu geçidini tutup tren raylarının üzerine yattılar, kendilerini engellemek isteyen tankların önüne çıktılar. Siirt ve Silvan’dan, NATO havaalanından Batman’a takviye jandarma birlikleri getirtilmişti. 200 kadar jandarma ve polise ek olarak Ankara’dan da 40 kadar Toplum Polisi gönderilmişti.
Grevci işçiler olaylar sırasında arkadaşlarının tutuklanmasını protesto için Adliye önünde gösteri yaptılar. Hürriyet, Milliyet, Akşam gibi gazetelerin grev haberlerine ilgi göstermesi grevin kamuoyuna mal olmasını sağladı.
Ülke çapında örgütlü olan Petrol-İş Sendikası daha önce anlaşma sağlayamadıkları yerel sendikanın bu eylemini desteklemiş, böylece hem örgütlenmenin gelişip güçlendiği, hem de birleşmenin sağlandığı bir güven ortamı oluşmuştu. Grev, sendika taleplerinin büyük ölçüde kabulü ve uzlaşmayla sona erdi.
Doğu Mitingleri
1967’den başlayıp 1970’e kadar süren “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Geri Kalmışlığını Protesto Mitingleri”[5] zinciri Kürt aydınlanması ve bilinçlenmesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Üç kez Diyarbakır’da olmak üzere, Silvan, Siverek, Batman, Tunceli, Ağrı, Hilvan, Suruç, Varto ve Lice gibi toplam 12 kasaba ve şehirde gerçekleştirilen bu mitingler Kürt toplumunun legal, yığınsal ilk politik gösterileri olması bakımından anlamlıdır. Son “Doğu mitingi” Ankara’da yapıldı. Bu mitingler kitlelerin politikleşmesini hızlandırdığı gibi bağımsız örgütlenme ihtiyacı duyulmasında da etkili oldu. Bir yanıyla “Doğu’nun geri kalmışlığı”, “Batıya fabrika yol, doğuya jandarma karakol!” gibi “Anayasacı” ve halkçı bir söylemle gelişse de; Jandarma komando baskısının kınandığı, Kürtçe konuşmaların yapıldığı, Kürt kimliğinin vurgulandığı, ulusal istemlerin hissettirildiği süreçlerdir bunlar.
Mitinglerin örgütleyiciliği “Doğulu sosyalistler” olarak bilinen Kürt aydınları; metropollerde üniversitede okuyan Kürt gençleri; kitle içinde belli bir örgütlülüğe ulaşmış olan TKDP kadroları ve politikacılarının ittifakıyla gerçekleşmişti. TİP (Türkiye İşçi Partisi) tarafından da aktif olarak desteklenmişti. Öyle ki Diyarbakır mitinginin konuşmacılarından biri TİP Genel Sekreteri Tarık Ziya Ekinci iken, diğeri TKDP sekreteri Sait Elçi idi.
Doğu Mitingleri, daha çok Kürt etnik kimliğinin görünür hale gelmesi ve ulusal talepler bağlamında değerlendirilmiştir. Bu doğru olmakla birlikte mitinglerin Kürt köylülüğü ve kır emekçilerinin kitlesel desteğini göstermesi ve onların taleplerini ifade etmesi bakımından sınıfsal niteliği de önde olan eylemlerdir. Bu daha sonra siyasi örgütlerin toplumsal tabanını da gösteren bir işarettir. Sosyalist siyasal ve ideolojik söylemin emekçilerin toplumsal kurtuluşçu taleplerine de cevap verdiğini gösterir.
Onbinlerce yoksul köylü, öğrenci, işsiz veya kır emekçisinin katıldığı bu mitinglerde “Faşizme ve emperyalizme karşı savaşan halklar ve savaşçılarla beraberiz”, “Kahrolsun Sermaye, Yaşasın Emek”, “Em tîne, em bırçîne; bêkes û bê xadîne” (Susuzuz, açız: kimsesiz ve sahipsiz), “Bımre Faşizm” (Faşizme ölüm) gibi sınıf çelişkilerini yansıtan dövizler taşınmıştı. Birçok mitingin tanıtımının “Açlık mitingi”, “Yoksulluk mitingi”, “İşsizlik mitingi” gibi isimlerle yapılması dikkat çekicidir.
Halen de ulusal kurtuluş mücadelesinin temel sınıfsal dinamiği Kürdistan’ın yoksul köylülüğü, kır ve kent yoksulları, şehir ve kasabaların alt-orta sınıflarıdır.
Geçmişten günümüze, değişenler ve değişmeyenler
Kürdistan’da emekçi sınıfların 70’li yıllardan günümüze geçirdiği büyük değişim, bunun siyasal ve toplumsal sonuçları üzerine özgün araştırmalar yapılmamış olması büyük bir eksiklik. Her ne kadar bütün bunları hayatın her alanında yakıcı biçimde yaşıyor ve gözlemliyor olsak da, doğru bir projeksiyon yapmak ve gerçekçi öngörülerde bulunabilmek için günlük karmaşa ve gerilimlerin dışında bilimsel çalışmalara dayanan, çok sayıda ayrıntılı verilere, Marksist materyalist tahlillere ihtiyaç var.
Kürdistan’ın yoksul köylülüğü, bugün çok büyük oranda Türkiye metropollerinin kent yoksulları haline geldi. Yalnızca ekonomik süreçlerin zorunlu bir sonucu olarak değil, 90’lı yıllar boyunca köy yakma ve boşaltma, mera ve orman yasakları, askeri ablukalar sonucu köylülük zorunlu olarak en yakın kasaba ve kentlere yığıldı. Küçük ve orta köylülüğün tarımsal üretime dayanan payı eridi.
Kır proletaryası “mevsimlik işçi” olarak, gâh fındık, gâh pamuk, gâh tütün toplamak için Türkiye’nin çeşitli bölgelerine gidip dönmek zorunda kalan bir tür “göçebe proletarya!” haline geldiler. Gittikleri yerlerde de kent ve kasaba dışındaki çadırlarda yaşamak, her türlü ayrımcılık ve ırkçı saldırganlıklarla baş etmek zorundalar…
Savaş koşulları yalnız emekçi sınıfları değil, küçük üretici, çarşı esnafı, kamu çalışanlarını da derinden etkiledi. Her zaman ulusal hareketin beslenme kanallarını oluşturan bu kesim, özgürlük mücadelesine destek vermek ile merkezi yönetimin cezalandırma baskısı arasında sıkıştı. Ülkede ailesinde kaybı, sürgünde ya da cezaevinde evladı olmayan aile kalmadı gibi. Uzun süreli boykotlar, kapanmalar onları savaş yorgunu haline getirdi.
Tüm bunlar onların yoksulluğunu artırsa da, aynı zamanda siyasal radikalizmini de artıran bir etki yarattı. 90’lı yılların serhıldanları, 1 Mayıs gösterileri ve günümüzde de devam eden devasa Newroz mitingleri emekçi sınıfların yığınsal ve coşkulu katılımlarına tanıklık eder.
Hem ulusal demokratik taleplere ve bu uğurda verilen mücadeleye bağlılık; hem sosyalist ideallere, toplumsal adalet taleplerine bağlılık ve bu savaş yorgunluğu, “mücadele, eşitlik ve barış” gibi siyasi taleplerin arkasındaki toplumsal/sınıfsal desteği de açıklar.
[1] Naci Kutlay, 49’lar Dosyası, Fırat Yayınları, 1994. 49 kişilik listede yakın dönemde Kürt siyasal hareketinde aktif roller almış pek çok isim yer almaktaydı. Günümüze ilişkin bir çıkarsama yapmak için bu listeye bir göz atmakta fayda vardır: Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Musa Anter, Naci Kutlay, Ali Karahan, Şevket Turan, Yaşar Kaya, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Örfi Akkoyunlu, Ziya Acar, Canip Yıldırım, Nurettin Yılmaz, Esat Cemiloğlu, Nazmi Balkaş, Şerafettin Elçi, Necati Siyahkan ….
[2] İsmet Demir, “Grevler ve Direnişler Üzerine Anılar Deneyler, İşçi sınıfı Mücadelesinden Bir Kesit (1962-1975)”, Köksüz Yayınları, 2013
[3] Akşam Gazetesi 4 Şubat 1967 – “Batman Rafinerisinde 3000 Petrol İşçisi Grev Yapacak” GZ7722
[4] Arif Aslan, “60’lı Yıllarda Batman”, Batman Çağdaş Gazetesi, 4 Mart 2020
[5] Beşikçi, İsmail; Doğu Mitingleri’nin Analizi (1967), Yurt Yayınları, Ankara, 1992