MEHMET BAYRAK
Sivas/Madımak katliamı denince, aklıma gelen husus, bir dine bağlanan “ihrak-ı binnar”(ateşe atarak yakma) geleneği çerçevesinde, daha Fatih döneminden başlayarak Bâtınî öğretiye mensup Temennayî gibi onbeş dolayında kalenderi -hurûfî derviş- şairin katledilmesi; 18. yüzyılda Osmanlı Valisi Kanyiyici Bekir Paşa’nın, Afyon’a bağlı Emre köyünde tüm Alevi köylüleri tekkeye doldurarak ateşe vermesi ve bunun bir gelenek olarak yakın geçmişe kadar devam etmesidir.
2 Temmuz 1993’te Sivas/Madımak’ta naklen yayın yapar gibi katliamın günboyu devam ettirilmesi hafızalardan silinmediği gibi; burada geçmişten beri tanıdığım birçok kültür insanının katledilmesi ve doğrudan tanıklıklarım, duygu ve düşünce dünyamda kalıcı izler bıraktı.
Haziran 1980’de düzenlenen ve Pir Sultan anıtının açılışının yapıldığı ilk Pir Sultan Abdal Festivali’ne konuşmacı olarak katılan yazarlardan biriydim. Ancak, bu kez “Kürt” kimliğimden dolayı olsa gerek, çağrılmamıştım. Buna rağmen, merak saikiyle ülke içinden ve dışından nice dost ve arkadaş arayarak üzüntüsünü paylaşma gereği duymuştu… Katılımcı yazar-çizer, şair ve ozanların neredeyse tamamı dostlarımdı. 1973’te İstanbul’da tanıdığım ve komşuluk ettiğimiz tanınmış yazar ve eleştirmen Asım Bezirci, ilk kitabımın yayımlanmasına vesile olan bir dost ve ağabeydi. Halk ozanı Nesimi Çimen, hemşehrimiz ve ata-dede dostuydu. Ünlü curasını da bir akrabamız yapmış, hediye etmişti. Yazar- gazeteci Battal Pehlivan, kökenden akrabamız ve katliamdan kurtulup Ankara’ya ulaştığında evimizde eşiyle birlikte misafir ettiğimiz bir ata- dede dostuydu. Ressam ve karikatürist Asaf Koçak, sahibi bulunduğum Özgür Gelecek Dergisi’nin teknik danışmanı ve çizeriydi. Şair Behçet Aysan ve Metin Altıok, TRT’de görevli olduğum yıllarda tanıştığımız dostlardı. Hasret Gültekin, hem benim hem çocuklarımın arkadaşı, yaşından beklenmeyen yetkinliğe sahip bir sanatçıydı. Semah ekibinden Yasemin Sivri ve Serpil Canik, Sivas’a gitmeden büromuza uğramış ve yayınlarımızdan alıp birlikte götürmüşlerdi…
Doğrudan gitmesem de, katliamdan kurtulan birçok yazar arkadaşı Esenboğa Havaalanı’nda karşılamak; hayatını kaybeden birçok sanatçının cenazelerini Mürted Askeri Havaalanı’nda karşılamak durumunda kalmıştım. Şair Ali Yüce, araştırmacı Battal Pehlivan, hikâyeci ve romancı Burhan Günel, yazar Öner Yağcı, Hidayet Karakuş ve Ali Balkız’ın karşılama sırasında boynuma sarılarak, “Gördün mü, Devlet bizi yaktı…” sözleri hâlâ kulaklarımda. (Bu konuda bkz. M. Bayrak: Bir Siyaset Tarzı Olarak Alevi Katliamları;Özge yay. Ank. 2011, s. 276)
Musa Eroğlu ve Gülşen Altun, bir gün önceden Ankara’ya dönmüş; Arif Sağ, Ali Çağan ve İlhan Cem Erseven gibi kimi arkadaşlar ise helikopterle Gölbaşı’na inmişlerdi.
Asım Bezirci’yle hukukumuz…
Erzincan’lı Asım Abi, İstanbul Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nü bitirmiş ancak tıpkı Ahmed Arif , Enver Gökçe ve daha niceleri gibi “komünistlik” suçlamasıyla kendisine kamuda görev verilmediği için o da Alarko Holding’de muhasebe işlerinde çalışıyordu.
İlk kitabıma vesile olan kişiydi. 1971’de, eski ve yeni kuşak sosyalistleri biraraya getiren Gelecek dergisinde ve başkaca dergilerde yazılarımı görünce, bir “Türk Yazarları ve Şairleri” dizisi başlatan Tel Yayınları’na Tevfik Fikret’le ilgili kitap yazmamı tavsiye etmiş ve ilk kitabım 1973’te böylece çıkmıştı. Bundan kısa süre sonra görüşmeye başlamıştık. Fatih semtindeki evlerine yakın bir müzede çalışmaya başlayınca, bize de hemen karşısında bir ev bulmuş ve öylece komşu olmuştuk. O tarihten sonra evcek daha sık görüşmeye başlamıştık. Eşi Refika Tanerde, çalışmaların daktilo edilmesinde kendisine oldukça yardımcı oluyordu. Nitekim, 1974’te yayımlanan “Seçme Romanlar”ı birlikte hazırlamışlardı ve bunun tanıtımı için ben de bir yazı kaleme almıştım. (M. Bayrak: Seçme Romanlar; Yeni A Dergisi, Mayıs- 1974)
1976 yılında kaleme aldığım bir başka yazımda da, Nurullah Ataç’ın “öznel eleştiri” anlayışına karşılık onun “nesnel-bilimsel eleştiri”ye katkısını işlemiştim. Sözgelimi N. Ataç, köyden-köylüden söz açan, kendi deyimiyle “tezek kokan şiirden hoşlanmadığını” söylüyordu. Buna karşılık Bezirci’nin, bu “öznel” yaklaşımlara karşı çıkarak, “nesnel- bilimsel eleştiri anlayışını sosyalist görüşle birleştirme yolunda birtakım yöntem, kuram, uygulama örnekleri verdiğini” vurguluyordum. Kimi yeni söyleyiş özellikleri getirse de, anlamsız bulduğu “İkinci Yeni Şiir”e ağır eleştiriler getiriyordu.
Bezirci, 1983’te yayımladığı Nurullah Ataç üstüne bir çalışmasında; bu iki farklı eleştiri anlayışını eni-konu irdeler ki, bunu da zamanında bir yazı konusu etmiştim. (Karşı Edebiyat, 2/1986. Bkz. Alevilik-Kürdoloji Türkoloji Yazıları, Cilt:1/2009)
Gerek Modern Dönem Edebiyatı, gerek Çağdaş Edebiyat, gerekse Halk Edebiyatı konusunda birçok eser hazırlayan Asım Bezirci’nin, önemli çalışmalarından biri de “Tevfik Fikret’in Bütün Şiirleri”dir. Ankara’da TRT’de görev yaptığım bu aşamada, Fikret’in ilk kez yayımladığım “Harb-ı Mukaddes” ve tümünü ilk kez yayımladığım “Tarih-i Kadim’e Zeyl” şiirlerini kendisine verdiğim gibi; Fikret’in birçok şiirini Osmanlıca asıllarıyla karşılaştırarak kendisine katkıda bulunmuştum. Bu dayanışma, ikimizin de “Pir Sultan Abdal”üzerine kitap yayımladığı 1986 yılından sonra onun kitabının genişletilmiş yeni basımını hazırladığı sırada da devam etmişti.
Bezirci, bu konudaki katkılarımıza ilgili kitaplarının dipnotlarında değindiği gibi, daha 1980’de, Süleyman Yağız’ın kendisiyle yaptığı bir konuşmada; umut veren genç eleştirmenler arasında Mehmet Bayrak, Mehmet Ergün, Mehmet Yaşar Bilen ve Ahmet Telli isimlerine yer veriyordu. ( Bkz. S. Yağız: Asım Bezirci’yle Konuşma; Eleştiri Dergisi, 1 Mart 1980).
Asım Bezirci’yle birlikte 33 aydının yakılarak katledilmesi üzerine, kimi etkinliklere katılmakla birlikte doğrudan yazı yazmaya elim varmamıştı. Ancak, 1995’te kurucu başkanı olduğum Kürt Sanat, Kültür ve Bilim Merkezi’nin görevlerinden biri olarak, Newroz gibi birçok tarihsel- toplumsal- kültürel olgunun yanısıra, bizi doğrudan ilgilendiren bu yakıcı insan ve kültür kıyımının hemen 2. yıldönümünde söylenecek sözümüz vardı. İşte, bu konuda kaleme aldığım ve Köln’de 29.6.1995’te yayımladığım basın açıklamasından bir aktarımla yitirdiğimiz değerlerimizi bir kez daha anmış olalım:
Dâra çeken ile yakan aynıdır
“Sıvas’ta Madımak Oteli’nin yakılmasıyla 33 bilim insanı ve sanatçının katledilmesinin ikinci yılı doluyor. Anadolu tarihinin en dirayetli ozanlarından Pir Sultan Abdal’ın anısına gerçekleştirilmek istenen şenlik, devletin ince ve kanlı hesapları sonucu 33 aydının yakılarak katledilmesiyle noktalandı.
Her sıkışma karşısında kitlesel cinayetlere başvurmaktan geri durmayan devlet, bu defa da devamı olduğu Osmanlı Devleti’nin astığı Pir Sultan Abdal adına yapılan şenliği kana buladı. Amacı, bilindiği gibi her milliyetten Aleviler’e “şeriat”la gözdağı vererek, Kemalist sistemi koruma altına almaktır. Aleviliğin adına değil de özüne sahip çıkanlar, devletin gerçek yüzünün ne olduğunu anlamakta gecikmediler…
Konunun önemli bir başka boyutu da, devletin şeriatçılar içinden olduğu gibi, Aleviler içinden de kendisine uşaklar bulduğudur. Herşey apaçık ortadadır. Ya devletten yanasınız, ya halktan yana. Gerçek Alevi, kendini dürüstçe ortaya koyan ve tavrını belli etmekten kaçınmayandır. Hem Devleti destekleyen, hem de “sol” söylemlerle “potansiyel solcu” Aleviler’e nüfuz etmeye çalışanlar, olsa olsa çağdaş sahtekâr olabilirler. Hem İmam Hüseyin’e sahip çıkmak, hem de sicilli katillere Cemevi temeli attırmak, Aleviliği ayaklar altına almaktır.
Bu din bezirgânlarına ve sahtekârlara bel bağlayıp el öpmek, Hüseyin’i bin kez daha öldürmektir. Lice’yi yakanlar, Nesimî’yi de yüzenlerdir. Hallac-ı Mansur’u katledenler, Dersim’i bir kez daha yakanlardır. Dün Pir Sultan’ı asanlar, bugün Kürt köylülerine bok yedirenlerdir. Günümüzün gerçekleri bunlardır. Sorun “insanım” demek değil, insan olmanın görevlerini yerine getirmektir. Yoksa Maraş’ların, Sivas’ların ardından Gazi Mahalleleri gelir ve daha da geleceği açıktır.
Bundan iki yıl önce yakılarak katledilen sanatçı ve biliminsanlarımızı bu duygularla anıyor ve Pir Sultan’ı Sivas’ta dâr’a çekenlerle, 33 aydını Sivas’ta nâr’a yakanların aynı kişi ve anlayışlar olduğunu bir kez vurguluyoruz.
Ne diyordu Pir Sultan Abdal:
Kaçıncı ölmem bu hâin
Pir Sultan ölür, dirilir…”