SEZAİ SARIOĞLU
“…/ bir yanlış muvazzaf kütüğe kırk kere çakılınca savaş/ iki anne cuma ve cumartesi konuşunca barış oluyorsa/ kimsenin sözü dağlara ve devlete geçmiyorsa/ anneler dağlardan ve ölümden anlamazlar, diyemeyiz/ bu savaş daha çok ölüm daha çok acı çeker dersek/ ölü sevici bahisçiler dağ-şehir-nehir oynarsa/ tarih, annelere söz geçiremez hâle gelebilir/ ateşe kül olan jandarmaya kul olmayan/ evin son sözüne inanmak gerekirse/ savaşın eline anne dökmek çaredir/ cuma ile cumartesi anneleri arasına asılan çok dualı mahya/ kelime-i saadettir sürç-i insan sürç-i lisan olmayanlara…/…”
Ne kadar çok cevabı olan bir toplumda yaşıyoruz. Başta devlet ve resmî tarihçiler, derin medya olmak üzere, yukarıdan aşağıya bir “cevaplar hiyerarşisi/düzeni” oluşturulmuş durumda. Sivas’ta öldürülen Metin Altıok “Özgür Acılar Cumhuriyeti” demişti, ben de “Yanlış cevaplar cumhuriyeti” diye ekliyorum. Devletli cevapların tarihi ve coğrafyayı tümüyle işgal ettiği bir toplumda, muhalif sorulara yer bulmak zor. Dahası, cevapların yüzüne karşı soru sormak, “cevap toplumu”na göre “ihanet!” Hâl böyle olunca muhalif “tarih”i, soruların meşrulaşarak kendine yer açması olarak özetleyebiliriz. Cumhuriyet’in kurucu klişelerinden biri olan ve hiç şüphelenilmeyen “Yurtta sulh, cihanda sulh”, düzenin en “doğru!” ve sürekli cevaplarından biri olarak “savaş”ın örtüsünden başka bir şey değil. Her soruya savaş açmak, sıcak temas sağlayıp soruları ölü ele geçirmek bu cumhuriyetin kurucu eylemi. Savaşa karşı sorular manzumesi olarak da zuhur eden “barış” sözcüğünün tarih içinde başına gelenleri buralardan da okumak gerekebilir.
“Modernizmin sonu”, “postmodernizm”, “yeni zamanlar”, “çok bilinmeyenli kaos çağı” vb. nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, geçmişle, şimdiyle ve gelecekle baş etmek zorunda olduğumuz şu günlerde, bu yazının odağındaki dert, “inkâr” ve “bastırma”dan çok, “Barış” sözcüğünün kendi üstüne kapanarak bağlamlarından koparılması. Bunu, “Barış” sözcüğünün kullanıla kullanıla özel isim olmaktan çıkıp cins isim hâline gelmesi olarak da okuyabiliriz. Hâl böyle olunca, bu muhabbette hissesi olmayan resmî tarihçiler bir yana, şiirin sözcükleri havalandırmak olduğundan hareketle, insan hakları savunucuları dâhil, muhaliflerin ve taraf olan “savaşan” dinamiğin “barış” sözcüğünü havalandırması ve yeniden kalıba dökmesi gerekiyor.
Evcilleş(tir)me!
“Barış” ile “ateşkes”in karıştırıldığı bir evreden geçiyoruz. Her gün daha farklı boyutlara ulaşan gelişmeler yüzünden bu konularda detay yapamadığımız, söylem savaşları içinde anlık tepkiler dışında “barış teorisi” oluşturamadığımızdan söz edebiliriz. Barış’ın romantik yorumu ise onu eşitlik, özgürlük taleplerinden yoksun bir algıya indirger. Sonuçlardan hareket eden bu algı; savaşın nedenlerini unutarak eski konumun sürdüğü bir silah bırakma önererek, zarını hakları için mücadele eden mazlum tarafın aleyhine atar. Böylece mazlumun mağlubiyeti onaylanmakla kalmaz, mazluma süslü sözcüklerle eski sisteme yeniden kayıtlanması ve evcilleştirilmesi önerilir. Kabul edilmesi mümkün olmayan bu “iyi kalpli kötülük”; açık veya örtük olarak devrim, sosyalizm ve barış sözcüklerinin asimile edilmesinin de dilidir.
“Evcilleşme” sözcüğünü cümle içinde kullanmışken şöyle bir cümle kurabiliriz: “Barış” sözcüğünün ve içerdiği fiillerin de evcilleştirilmesi, asimile edilmesi… Ki, bu dert, 12 Eylül 1980’de güzel yenilmeyen devrimcilerin sokaktan eve çekilip evcilleştirilmesi, daha da vahimi toplumsal düzeni yeniden üreten mikro düzen olarak evin ve evcilleşmenin teorisinin yapılması süreciyle yakından bağlantılıdır. Teorik ve pratik olarak kendini sürekli yenileyerek “devrimci olmak” yerine, geçmişin duygusal ve politik yükü altında ezilip “devrimci kalmak” şeklindeki hatıra nakline bağlı işlevsiz bir (s)avunma çizgisinin bazen ilk bazen son tahlilde evcilleşmiş kavramlara ve evlere kayıtlanmayla sonuçlandığı örneklerle sabit.
Sınıfsal, ulusal ve cinsler arası her mücadele, kazanma ve kaybetme ihtimalini içerir. Her kazanımın devrimle sonuçlanmayacağını başımızı güzel belalara sokan kalın kitaplardan ve hayatın inceliklerinden bilmek, “barış” söylemini ve eylemini sistem içi bir uzlaşma ihtimali olarak da kurgulamayı önerir. Bu, eşitlik ve özgürlük denkleminde eski durumu aşan “politik devrim” bile olsa, hâlâ kapitalizmin sınırları içindeyizdir. Bu nedenle de devleti temsil eden siyasi zihniyet bir kenara “barış” kavramının bizi, bizim de “barış” kavramını aldatmamamız etik bir ilkedir. Bunu bilmek, sekterizme ve dogmatizme düşmeden, o ân’daki barış momentinin ezel-ebed olmadığını, daima ileriye taşınması gerektiğini de bilmekle bütünleşmediğinde, kazanımların sıfırlanma ihtimali vardır. Barış mücadelesi “taktik süreç”, “geçiş süreci” olarak okunabilir. Ne var ki, “Barış” kavramının, eylemlilik sürecini içeren barış ânının bir toplum tasavvuru olduğunun unutulmaması gerekiyor… Daha şiirsel bir ifadeyle, yarı yolda durmamak saraydan/devletten sürekli Barış kaçırmak, kapitalizm yangınından ilk kurtarılacaklar listesini hiç unutmamaktır.
Barış ve Devrim el ele…
Tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiği, devrimden ve sosyalizmden vazgeçmenin öğütlendiği ve örgütlendiği bir dünyada/ülkede, tarihte ve coğrafyada “barış” salt “romantik” bir evre, sokaktan/dağdan eve eli boş dönmek olarak algılanırsa daha büyük hayal kırıklıkları kaçınılmazdır. Devrim Kaf Dağı’nın ardında bile değilken (!), üstelik söz sözü göz gözü görmezken, “Barış” ile Devrim arasında böylesine “hayali” ilişkiler kurmak yadırgatıcı olabilir. Benim söylemek istediğim barıştan da devrimden de vazgeçmemek; barışın içinde devrim, devrimin içinde barış olduğunu bilmek. Devrimden vazgeçmek ne kelime, her işaret devrimi yeniden gerekli kılıyor… Başka ülkelere bir veya birkaç devrim yetebilir ama bana sorarsanız bu ülkeye her konuda birkaç devrim gerekiyor! Yani bu ülkenin toplumsal, tarihsel ve siyasal kirliliklerini temizlemek için devrim kere devrim yapmak şart. Ne var ki, Devrim “ol!” deyince olan, “olma!” deyince olmayan bir şey değil. Günün birinde, hiç tahmin etmediğiniz bir anda fabrikada, sokakta, dağlarda önünüze çıkabilir ve elinizden tutup gideceği yere sizi de götürebilir.
“Barış” kavramı dâhil, söz düzeninden eylem düzenine geçiş toplumsal-siyasal özne olmayı gerektirir. Geçmişin yükü altında ezilmek, “özgüven tazelemesi”, geçmişi tıpkıbasım çoğaltmak yerine teorik-pratik bir yenilenme içinde yeni bir özgüven yaratmak, ezilenler içinde kapsam alanını sürekli genişletmek dışında bir seçeneğimiz yok. Söz ile eylem arasında sürekli açılan mesafeye, barış söylemi ve eylemini de dâhil edebiliriz. Hayatlarımız sözlerimizin, sözlerimiz hayatlarımızın arkasında olmadığı sürece, yabancılaşmanın ötesinde çürümenin daha da derinleşeceği bilinmelidir. Tarihten devralınan ve coğrafyanın da eklediği yapısal sorunlar bir yana, bu eşikte bu çürümenin önündeki engel, Kürtlerin eşitlik, özgürlük, dil ve kimlik içeren Barış söylemi ve eylemidir. “Barış” odaklı bu dinamik, esasta egemenlerin “Barış” söylemlerini suçüstü yaparak, öte yandan yan gelir olarak ulus devlet ve resmî tarih paradigmasının lekelediği bazı sosyalistleri kendi kavramlarıyla yüzleştirerek enternasyonalizme davet eder…
Velhasıl, umutla umutsuzluk, savaşla barış arasında boşlukta salınıp durduğumuz şu günlerde, bu toprakların tuhaf bir gerçeği olan bu kadar kavram ve suret bozukluğunun bir sebebi olmalı? Egemenlerin özü ve biçimi bozuk cümlelerini duydukça, okudukça, önce “Tarih başka keder vermesin!” diye işi mecaza vuruyorum sonra da her birinin “Aynaya baktım suç beyaz olmuş!” diye mırıldandıklarını düşünüyorum her nedense…