MUZAFFER ORUÇOĞLU
Nazım Hikmet’i çağrıştıran bir şair gibi görünüyor bana Cegerxwîn. Gerçeği, kuşkunun ve yanılabilirlik ihtimalinin yaydığı ışıkla keşfeden ve savunan şairlerin soyundan geliyor. “Ben Marks’ ın kavalıyım” diyen şair, Nazım’dan bir yıl sonra, 1903’te, Mardin’in Gercüş ilçesine bağlı Hesarê (Hisar) köyünde doğuyor. Bu köy bir acılar imbiği, şairimizi ruhen biçimlendiren bir minyatür atölyesi gibidir. Dokuz yaşındayken anasını ve ardından babasını kaybedince, ablası ile eniştesinin evine, yani yokluğun yarattığı bir boşluğa sığınmak zorunda kalıyor. Cegerxwîn‘i bir ağanın işlerinde çalışmak için veriyorlar. Çocuğun yaşamı ayak işleri, çobanlık, ekin zamanlarında boyunduruğa binerek hodaklık, ahır temizliği ve ırgatlık ile biçimlenmiş oluyor. Bu onun, Şehmus kimliğiyle ateşte pişişi, örsle çekiç arasında biçimlenişi dönemidir. Ağa-maraba, efendi-qulam, varlık-yokluk çelişkisini yaşayarak, etinde kemiğinde hissederek gözlemlediği bir dönemdir.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, ailece Kamışlı’ya yakın, Asurluların kurduğu kadim bir yerleşim yeri olan Amude köyüne göçerler. Tanrının kendi varlığına yabancılaştığı bir yerdir burası. Cegerxwîn bu köyde kendi demir iradesiyle, kitap ve kalemle arkadaş olur. Yine marabadır. İşten fırsat buldukça, kalemin ve kitabın sirenler gibi kendisini çektiği noktalara doğru yönelir. İlkin öğrencilerden, daha sonra da hararetli okuma tutkusundan dolayı düzenli bir öğrenci olma olanağını yakalayarak doğrudan medreseden feyz almaya başlar. Dananın kuyruğu kopmuştur artık. Medrese, bu yoksul ve pejmürde gencin tutkusuna ve kavrayışına hayran olur. Yetenek, “ben buradayım, siz burada mısınız?” diye öne çıkar. Kitaplar ona, o da kitaplara müpteladır. Hayali gerçekleşmiştir. O artık bir meladır. Ekim Devrimi ile milli uyanışların yol açtığı dünyasal yeniliğe ve aykırılığa oldukça açık bir mela. Bu durum ona köy köy dolaşma ve halkı tanıma zevkini tattırır. Geniş ve acılı bir alanda sınıfları, dilleri, cinsleri ve inançları gözlemlemeye, bunlar arasındaki çelişkileri, sömürü ve tahakküm ilişkilerini anlamaya koyulur.
Şiire ve şairliğe yolculuk…
Bu dönemde Derik’e gittiğini görüyoruz. İlişki kurduğu kişilerin başında, milli haklar savunucusu, Seydayê Mela İskender geliyor. Yarılmış, yarıldığı yerinden filizlenmiş bir insandır İskender. Kürdün kaderini, tam da kadersiz yerinden, içe doğru kanayan yerinden kavrayan bir insandır Mela İskender. Cegerxwîn o zamanlar 17, Mela İskender ise 24 yaşındadır. İskender bir dörtlüğünde, Osmanlıyı şöyle eleştirir:
“Gök yırtıldı, kan yağdı yıldızlardan/Osmanlı, gençlerin gözlerine kurşun döktü/Bu yıl da geçti ama azalmadı işbirlikçi ve berbatların derdi/Neden sana ‘hoş geldin’ diyeyim yeni yıl?”
Cegerxwîn, Mela İskender’in göz altına alınmasından sonra Derik’i terk eder. Cizre’ye gider. Cizre’nin 1915’te aldığı yara henüz kabuk bağlamamıştır. Halkın sohbeti, 4750 Ermeni ile 350 Süryani’nin katledilme hikâyelerinin etkisi altındadır. Şehrin ekabir takımı, yüzlerce eve, on bir kiliseye, üç şapele ve iş yerlerine el koymuştur. Cegerxwîn, şehrin yakın geçmişine ısınamaz. Bir şeyhin yanında kalır. Şeyhin köylülerden zekât olarak ölçüsüz bir şekilde buğday, mercimek yün vb. aldığını görünce onunla da çatışır ve terkeder Cizre’yi. Geçimini sağlamak için tezek toplayıp satar. Bu durumu, daha önce yanında kaldığı zekât soyguncusu şeyh görür, “Bok satıp ekmek mi alıyorsun” der. Şair bu sataşmayı bir şiirle yanıtlar. Şiirin özü çarpıcıdır:
“Senin topladığın zekâttan daha iyidir bu bok.”
Cizre’de tutunamaz, Kamışlı’ya geçer. Gelgelelim ki Amed şehrinde gülümseyen kültür ve tarih onu çekmektedir. 18 yaşındayken Amed’e gider. Şehirdeki ünlü medreselerle ilişki kurar, Melê Serî Jêkirî olarak tanınan milli haklar savunucusu Mela Mehemmet başta olmak üzere, tanınmış melalardan, klasik medrese eğitimi alır, sohbetlerine katılır onların. Medreselerdeki kütüphaneler onun ilgi merkezi olur. Kürt klasik edebiyatının önde gelen şairlerine ait bazı divanlarla burada karşılaşır.
Cegerxwîn‘in, 1925’te Şeyh Sait İsyanına gönül desteği verdiği, isyandan sonra da Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nın maiyeti ile birlikte Rewanduz’a ve Bağdat’a gittiği söyleniyor. Eğer bu doğruysa, büyük bir isyanın ve yenilginin Cegerxwîn’in ruhunda ve şairliğe adım atışında nasıl bir rol oynadığı önem kazanıyor.
İsyandan üç yıl sonra, 1928’de, Kürtçe şiir yazmaya başlıyor ve melalığı bırakıyor. Artık yaptığı iş, parçalanarak sömürgeleştirilen ve farklı lehçelerden oluşan, yarı-feodal bir yapı içinde, bu yapıya karşı Kurmancî lehçesiyle kendi şiirini kurmaktır. Bunu yaparken klasik Kürt şiiri ile sözlü edebiyatın ileri ve canlı yanına dayanır.
1930’dan itibaren yayınlanmaya başlayan Hawar, Ronahî ve Roja Nû gibi dergiler, onun şiir yazma şevkini güçlendirir. Mîr Celadet Alî Bedirxan’ın, Kürt dili ve kültürünü canlandırmak amacıyla arkadaşlarıyla birlikte 1932’de latin harfleriyle Şam’da çıkardığı Hawar dergisi, Cegerxwîn‘in atılım yapmasında tayin edici olur. “Duygu ve düşüncelerimizi halk hikâyelerinden almalıyız,” diyen ve Kürt aydınlarını Kürtçe yazmaya çağıran dergi, Cegerxwîn’in o anki ruhuyla örtüşür. Bu dergide, cigeri kanlı anlamında, Cegerxwîn takma adını kullanır. Dergilerin ve dergi çevresinde bulunan yazarların da etkisiyle, Kürt klasik şiir tarzına, aruz ve mazmun dünyasının beylik kalıplarına, metaforlarına öykünmez pek. Sınıf zıtlıklarını, derin insani sorunları ve bağımsız yaşama aşkını modern biçimle birleştirme çabasına girer ve kendine özgü bir şiir kurma girişimi olarak görünür bu.
Devrimci politik kimlik inşası
Cegerxwîn, Nazım gibi devrimci politikaya ve örgütlere hep ilgiyle, umutla yaklaşır. Ama bağımsızlık ateşi onda, o yıllarda tayin edicidir. 1937’de Hoybun örgütüne girer. Kamışlı’ya gider. Burada, 1946’da, Civata Azadî û Yekîtiya Kurd (Özgürlük Meclisi ve Kürt Birliği) kuruluşunun başkanlığına getirilir. 1948’de ise, bir bölüm işçilerin, Arap ve Kürt aydınlarının desteğine sahip olan Suriye Komünist Partisi’ne girer. Ne var ki bu partinin Kürt sorununa ilgisi zayıftır. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, Batı Kürdistan’daki aydınlar, uyanmakta olan milli bilincin etkisiyle Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (SKDP) kurarlar. Cegerxwîn, bürokratik tecrit çemberinde arpacı kumrusu gibi düşünen Suriye Komünist Partisi’nden ayrılır, aynı dönemde kurduğu Azadi (özgürlük) grubundaki arkadaşlarıyla birlikte SDKP’ye girer. Bu partinin merkez komitesi üyesi olarak faaliyete başlar. Irak ve Suriye onun dil ve aktif siyaset alanıdır artık.
1963’te Şam’da tutuklanır. Çıktıktan sonra, Güney Kürdistandaki sıcak gelişmeleri dikkatinin merkezi haline getirir. 1969’da Güney Kürdistan’a geçer ve Barzani liderliğindeki Kürt direnişine destek olur. Hareket yenildikten sonra Kamışlıya döner. Gelgelelim ki baskılar ağırlaşmış, Güney ve Kuzey Kürdistan’da da barınamaz hale gelmiştir. Ben, 1971’de Filistin Demokratik Halk Cephesi’nin Lübnan’daki kamplarından ayrılıp Siverek’e giderken, iki arkadaşla birlikte, kendisini ziyaret ettim. O zamanlar Halep’teydi. Hafız Esat rejiminin ağır baskısı altındaydı ve bizim gibi Suriye’den Lübnan’a geçmeyi düşünüyordu.
1973’te, Lübnan’a geçmek zorunda kaldı. Lübnan, ona şiirde yoğunlaşma olanağını kazandırdı. Ünlü şiiri ‘Kîne Em?’i (Biz Kimiz?) burada yayımladı.
1975’de başlayan Lübnan iç savaşının inatla sürmesi üzerine 1979’da İsveç’e geçmek zorunda kaldı. Stockholm’e yerleşti, edebi çalışmalarına burada yeni bir boyut kazandırarak, eserlerini yayınlamayı sürdürdü.
1983’te Paris’te Yılmaz Güney ve Abdullah ile birlikte Kürt Enstitüsü’nü kurdu. 22 Ekim 1984’te Stockholm’de, 81 yaşında yaşamını yitirdi. Ölürken yüzünü, ziyaretgâhımızdır dediği Laleş vadisine çevirerek mi öldü bilmiyorum. Cenazesi, Kamışlı’da toprağa verildi.
Edebi anlayışına dair…
Cegerxwîn’in edebiyatı, halkın yalın diliyle kurulan bir emekçi edebiyatıdır. Her ne kadar Kürt klasik edip ve şairlerini, aslanın perçemleriyle uğraştılar, bülbülü Kürtler’in dertleri için değil gül için figan ettirdiler, diye eleştirse de, kendisi en çok o klasik şiirden beslendi. Zaten ilk şiirleri medresede öğrendiği klasik Kürt, İran ve Arap şiirinin ruhu, mazmunları ve kalıplarıyla malüldür. Aruz vezninden, divan edebiyatı mazmunlarından heceye ve modern şiire süreç içinde, sancılı bir çabayla geçiş yapar.
Cegerxwîn, sözlü halk edebiyatına ek olarak, üç kaynağı oldukça önemsedi. Bunlar, Zerdüşt’ün Avestası, Ehmedê Xanî‘nin Mem û Zîn‘i ve Hecî Qadire Koyi’nin Divan’ıdır. Ona göre her insan her daim, “ağıldaki kuzu gibi hapsedilse,” bile, kendini Mem ve Zîn gibi hür hissetmeli ve hür yaşamalıdır.
Cigerxwin’in şiirlerindeki emekçiler çoğunlukla tarım emekçileridir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu öge daha belirgin hale gelmiştir. Kürt işçi ve köylülerinin toprak ağalarına, burjuvaziye ve şeyhlere karşı besledikleri soğuk duygu ve hınç bu şiirlerin özünü teşkil ediyor. Halkın duygu dünyasındaki ses çeşnisi şiiri besliyor, ona cevvaliyet kazandırıyor.
Cigerxwin’in özgürlük anlayışının özünde emeğin özgürlüğü yer alıyor. Kürt sözlü edebiyatından ve sınıf çelişkilerinden güç alan bu şiirlerin bir bölümü, kendi gerçekliğinden koparılma ve sürülme süreci içinde ortaya çıktı. Sürgün çarmıhında yeşeren bu şiirler, seslenişlerini ve sorularını, doğaya ve emek ürünlerine, ateşin kerametiyle donanan suya, ırmağa, pamuğa yöneltiyor, gücünü ise kendine özgü bir müzikalite ile derde, acıya ve özgürlüğe dönüştürüyor. Yatağı derin ve dardır, onu genişletmek isteyen lirik şiirlerdir bunlar. Bu şiirlerde kahramalıklar, fedakârlıklar, saflıklar, zayıflıklar, düzenbazlıklar, ödleklikler ve envaiçeşit hallerle donanmış bir halk çıkar karşımıza.
Şiirlerinin bir bölümü de anlatımcıdır, La Fontaine masallarını andırıyor. Masalsı bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi. Bizi derinliğe ve büyüye çeken çok güçlü metaforlar ve imgelerle dokunmuş şiirler değil bunlar. Yalın, dolaysız, naif ve yer yer didaktik şiirlerdir.
Cegerxwîn’in şiirlerinde doğa temel bir kurucu öge olarak öne çıkıyor. Şairin altı yılı bulan Diyarbakır, Derik ve Mardin yaşamı, özellikle de Derik yaşamı, bunda belirleyici bir rol oynuyor. İsveç’te yayınlanan öz yaşam öyküsünden, Derik’e 1920’lerde, 15 yaşlarındayken geldiğini öğreniyoruz. O zamanki adı, Mele Şeyhmusê Hesarî’dir. Üzerinde, Arapların bedr dediği uzun ve beyaz bir fistan vardır.
Derik’in tarihi değeri ve doğal güzelliği, onun şiirini oldukça etkilemişe benziyor. Bir şiirinde, “Mardin’in bir gülü var o da Deriktir” der. Gezdiği yerler, Mancel dağı (Pozê mancêlê) ile gâvur fırını (Firna gavira) denilen yerlerdir. Buradaki yükseltilerin ortasında daire şeklinde derinliği bilinmeyen ve Gov diye anılan ürkütücü, doğal bir kuyu vardır. 1915’te Derik’ten toplanan Ermenilerin bir bölümü öldürülüp buraya atılmıştır.
Cîgerxwîn İsveç’te verdiği bir söyleşide, “Eğer Derik’in Bağı bahçeleri ve doğal güzelliği olmasaydı belki bu kadar etkilenmez ve şair de olmayabilirdim,” diyor.
Enternasyonalist bir vatansever
Cîgerxwîn’in, devrimci hümanizması oldukça belirgindir. Bu bazen, “Siyahını çıkar, kıyafetlerini giy ve omuzlarına Kalaşnikof tak,” şeklinde vaaza dönüşür. Tarihin dayattığı kaçınılmaz bir olgu olarak görür devrimi. Bir çok noktada olduğu gibi bu noktada da aynı düşünür Nazım’la. “Kimse kansız kavuşmamış özgürlüğüne,” der, 1973’te yazdığı ‘Kîne Em?’şiirinde. Cegerxwîn, sanatında tutarlı bir barış savaşçısı ve enternasyonalisttir. Onun barış anlayışının temelinde, sömürünün olmadığı bir özgürlük vardır. Bu bakımdan diğer barış anlayışlarından ayrılır. Çünkü o, “cehennemi kalkan, cenneti kılıç gibi kullanan” sömürücü sınıfların olduğu bir dünyayı, sonu gelmez savaşlar dünyası olarak görür.
Cegerxwîn, Marks, Lenin, Stalin gibi devrim önderleri hakkında şiirler yazdığı gibi Nazım’ın, Bursa Cezaev’indeyken, “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson / inci dişli zenci kardeşim / kartal kanatlı kanaryam”, diye hakkında şiir yazdığı Amerikan Komünist Partisi üyesi şair Paul Robeson hakkında da şiir yazdı. Paul Robeson, Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için dünya çapında kampanya başlatarak, şairin “…balık tuttum yiyen ölür / elimize değen ölür / bu gemi bir kara tabut / lumbarından giren ölür” şiiri ile birlikte dört şiirini de bestelemişti.
“Rengarenk, mahzun ve yaralı,” diye tanımladığı Kürdistan’ın parçalanıp ağır baskı altına alınışından kaynaklanan vatansever şiirlerinin yanında, aşk şiirleri de önemli bir yekünü tutmaktadır. Cegerxwîn’in aşk estetiğinin dokusunda klasik Kürt ve iran şiiri ile modern şiirin renkleri iç içedir. Klasik şiirin tasavvufi tanrı aşkına yer vermez. Tanrı aşkının yerini vatan aşkı almıştır. Bazı şiirlerinde sevgili ile vatan, ana ile vatan aynileşmektedir. Vatan, özgür ve bağımsız yaşamın vazgeçilmez temel nesnesidir ve kurtarılmayı beklemektedir. Onu kurtaracak asıl güç de Selahattin Eyyubilerden, Zaloğlu Rustemlerden ve Mazdeklerden oluşan güçtür, yani erkeğin gücüdür. Şair, “Aslan aslandır; erkegi ve dişisi fark etmez,” anlayışında olsa da cinslere biçtiği rol, şiirlerinin bir bölümünde pederşahi özelliklere sahiptir. Zaten kendisi, aşk fetvasını Zerdüşt, Mazdek ve Mani’den aldığını söyler. Bunlarda ise kadın ve aşk, erkeğe tabi, ikincil bir öğedir. Zerdüşt’ün Avesta’sı baş ucu kitabıdır. Şiir koleksiyonlarından beşincisinin adı ‘Zend Avista’dır. Cegerxwîn’de, aşk ufku sırf didaktik ve toplumsal gailelerle de sınırlı değildir. Onda doğal insani aşk, tüm çıplaklığı ile zuhur eder. Kadınlar, beyaz memeleri ve diri kalçalarıyla gelip yerleşirler şiire.
Cîgerxwîn’in şiir külliyatı, 1945’ten itibaren on divan olarak yayınlanmıştır. İki öykü, dört dil ve folklor, bir tane de Kürdistan tarihiyle ilgili kitabı (Tarixa Kurdistan) vardır.