KEMAL İNAL
Yılmaz Güney’in 60’lardaki ve 70’lerin başlarındaki “ciddi” ve “bilinçli” performansı dışarıda tutulmak şartıyla, Kürtlere dair Kemal Sunal, İlyas Salman, Şener Şen gibi oyuncuların filmlerinde canlandırdıkları çeşitli rollerin (ağa, maraba, ırgat vb.) sergilendiği “Kürt olma”nın bir tür “kıro” olarak temsilinde gördüğümüz hep, mizahen de olsa, şarkın bir eksiklik, yontulmamışlık ve yerli yerine oturmamışlık biçiminde görülmesi ve anlatılmasıdır. Burada anahtar kelime olan “kıro”, Kürt kültüründe düzanlamıyla “oğul, delikanlı”yı ifade eder. Ancak Nişanyan Sözlüğü’ne göre Türkçe ve Türk kültür dünyasında her türden kentsel kabalığı anlatmak adına 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren asıl anlamını kaybederek bir tür “kültürce düşüklüğü” ifade etmeye başlar. “Kıro”nun anlam kaymasına uğrayıp metropollerdeki başta Kürt göçmenler olmak üzere diğer pek çok kesimi (varoşlu, gecekondulu, yoksul, köy-kentli, sığınmacı, mülteci ve giderek Cem Yılmaz diliyle magandaları) her türden aşağılama, dışlama ve etiketleme/damgalama amaçlı kullanılması, basit bir dilsel değişim veya semantik kaymayla ilgili değil. Bunun neden böyle olduğunu anlayabilmek için epey bir postkolonyalist literatür okumak lazım.
Her krizde günah keçisi
Yazımın ikinci kısmında bu literatürden bahsedeceğim ama önce Yeşilçam’ın, bilhassa 70’lerden itibaren neden Kürt insanını “kıroluk” tiplemesi içine alarak çok çeşitli olayları mizahi dille anlattığına değinmem lazım. Tıpkı Karadenizli Lazlarda fıkralar üzerinden olduğu gibi, medeniyet ufku sözde geri kalmış bir kültüre atıfla, bazı olayları mizahi bir dille anlatabilmek için aktör ya da kahramanın atipik gülünç yönlerinin seyirciyi cezbetmesi adına belli bazı eksikliklerden, defolardan (cahillik, gelişmemişlik vb.) bahsedilmesi lazım; daha doğrusu bunların sinema diliyle inşa edilmesi gerekir. İsimlerin bile eksiltilip çarpıtılarak (Maho, Bilo, Hüso vb.) kullanılması, bir tamamlanmamışlığı, yerli yerine oturmamışlığı ifade edebilmek içindir. ‘Kıro’nun temsil edildiği feodal sıfatlarda (ağa, maraba, ırgat vb.) ve kentsel deyimlerde (amele, mafya, yankesici, kapkaççı, maganda vb.), modernitenin kasten veya bilmeden dışında kalmış olmanın yarattığı bir sözde gayri-medeni olmama durumu vardır; ince zevkleri bulunmadığı, dili standart bakımdan kullanamadığı, şehre uyum sağlayamadığı, yeraltı dünyasından enformel sektöre değin değişik alanlarda para kazansa da (“kıroyum ama para bende”) üretken olmayan işler yaptığı hasebiyle kıro, seküler/milliyetçi ve uygar kent hayatı içinde bir ilkel, cahil ve yaban olarak gösterildi ve kriminal vaka olarak kodlandı. Buna ilişkin, Cenk Saraçoğlu’nun Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler/ İnkar’dan “Tanıyarak Dışlama”ya (2011) adlı kitabında İzmirli orta sınıfların Kürtlere nasıl da önyargılı, damgalayıcı ve dışlayıcı baktığına dair pek çok cümle bulmak mümkün. Toplumdaki her krizde ‘kıro’nun bir günah keçisi olarak kodlanması, yakın tehlike olarak Kürtlerin her negatif şeyin sorumlusu olarak görülmesine yol açtı: Şehirde suç artışı, trafik, işportacılık, yankesiclik, hırsızlık, yerlere tükürme vb. Orman yangınlarında bile.
Türk Solu dergisi ve Irkçı Türk oryantalizmi
Yeşilçam’ın sevimli, komik ve samimi kırosuyla Türkiyeli seyircinin 70’ler ve 80’lerde kurduğu sinemasal özdeşlik, 1990’lı yıllarla birlikte Kürt Sorunu’nun kanayan bir yara hale gelmesiyle, yeni bir “level” atlarken yerini artık her türden ırkçı önyargı, stereotip ve damgalamaya bıraktı. Atlanan “level”, kültürden (şalvar) siyasete (poşu) doğru oldukça radikal bir değişime işaret ediyordu. Kültürel bir arketip olarak “kıro”, geri kalmışlığın ve “mahrumiyet bölgesi” olmanın sorumlusu olarak görülen pek çok feodal gelenekle özdeşleştirildi: Ağalık, aşiret ilişkileri, kan davası, fazla üreme, kalabalık aileler, berdel, dağ kültürü, kız çocuğunu okutmama vb. 2000’li yıllarla birlikte Kürt-yoğun illerde çekilen “beyaz Türk” TV dizilerinde bu temaların tekrarlandığını görürsünüz: Silah, mafya, infaz, kan davası, töre cinayeti vb. Bu filmlerde kitap okuyan, felsefe yapan veya bilim üreten bir Kürt göremezsiniz. Tüm bu dizilerde Türk oryantalizmi kendi kafasında kurduğu ”hayali Kürd”ü kılıktan kılığa sokarken elbette popüler inançları besledi, egemen ideolojiye hizmet etti ve sınıfsal perspektifi kaydırıp durdu. Türk oryantalizminin belki de en ırkçı ifadesini “Türk Solu” dergisinde gördük: Kürtlerin aşırı derecede üreyip bir gün ülkeyi ele geçirecekleri iddiasından (korkusundan mı demeli acaba?) Kürt esnaftan alışveriş etmemeye değin bir dolu ırkçılık üretildi. Aslında Türk Solu dergisinden önce, 1990’ların başlarından itibaren İstanbul’un “fıstıkçı” ve “geyik muhabbeti”ne düşkün fırlama gençliği için üretilen Leman Dergisi/Kafesi ve sonrasında Cem Yılmaz, beyaz Türk şehirli orta ve üst sınıfların kültürel inceliklerine, okuryazarlık için savunmak ve steril bir kent estetiği yaratmak adına, “göbeğini kaşıyan adam” tipini üreterek hitap etti. “Maganda” ifadesi aslında “kıro”nun bir versiyonu olarak piyasaya sürülürken kent hayatına ve medeniyet algısına uyumsuz olan her türden köylü, gecekondulu ve varoş insanını “kaba Kürt” imgesinde birleştirdi. Hep yanlış anlayan, medeniyetin ince gereklerini yerine getiremeyen, kuralları çiğneyen, yanlış işler yapan bu tip, Kürtlüğü kenti içinde her bakımdan (dili, giyimi, mutfağı vb.) damgalayıp kültürünü ırkçı motiflerle alaya aldı. Çiğ köfte/lahmacun ile viski arasında kurulan tezatlık mesela, başta İbrahim Tatlıses olmak üzere popüler/ünlü Kürt figürlerini, medeniyeti (viski) alıp kendi aşağı/etnik kültürüne (lahmacun/çiğ köfte) yamamakla, yapıştırmakla suçladı. Yine ölümüne yakın Müslüm Gürses’in popçu Teoman tarafından mizahi sömürgeleştirmesinde olduğu gibi beyaz Türk kültürü ve figürlerinin canları sıkıldıkça oynayabilecekleri oyuncak üretmek adına bu feodal unsurlar bolca kullanıldı. Belki bütün arabesk müzik ve kültür eleştirisinin arka planında aslında sorumlu sorumsuz olarak Kürdün varolduğunu iddia etmek mümkün. Yine Türkan Saylan örneğinde olmak üzere, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”nin kız çocuklarını okula göndermeyen Kürt kültürüne açtığı bir savaştan bahsetmek mümkün ki bu eğitime yönelik iddianın gerçeklik payı da çok az.
‘Kıro’dan ‘Terörist’e geçiş…
Kürt Sorunu içinden çıkılmaz bir hal alınca “kıro”dan “terörist”e bir geçiş yaşandı. Şimdi, bu geçişle birlikte, Yeşilçam’ın yıllardır yaptığı çarpık kültürel analizler yerini, siyaseten mahkûm etmeye bıraktı. “Kıro”yu Yeşilçam’ın oryantalist üretimiyle tanı(mla)yan bakış açısı, şehirdeki neredeyse her politik Kürdü terörist konumuna çıkarırken, “tanıyarak dışlama”ya başladı. Ancak 12 Eylül darbesinden on yıl sonra bile “kart-kurt” hikâyesi sürerken, Kürtlerin aslında Türk oldukları iddiası zaten resmî devlet politikası olmuştu. Tanıyarak dışlamada ise Kürdün kendi varlığı kabul edilirken, Kürt Sorunu bir total çerçeveleme olarak alınıp neredeyse her muhalif Kürde bir terörist gözüyle bakılmaya başlandı. Fakat bunun öncesinde, bilhassa 90’larda kan gövdeyi götürürken, Kürtlere dair her kültürel analizde bir “eksiklik” tespit edilip duruldu: Örneğin, anadilinde eğitim istiyorlar ama daha Türkiye içindeki Kürtler bile birbirini anlayamıyor, üstelik Kürtçe ne bilim ne de eğitim dili olabilecek bir potansiyele sahip!.. Terörist, siyasal ve kriminal bir ifade ve Kürtlükle ilgili hemen her şeye (giyim, renkler, dil vb.) kolayca yapıştırıldı. Kürtçe müzik dinlemek, konuşmak ve “giyinmek” gündelik hayatın içinde çok sayıda olaya (dayak, linç, gözaltı vb.) neden oldu. Kültür geçmişte Yeşilçam’ın elinde mizahi ve seyirlik oyuncağa çevrilmişken siyaset artık mizahı bırakıp Kürt olmaya çok sert cevaplar veren bir kulvara girdi. Ama mesele ne kültürle ne de siyasetle ilgili; aksine, bir yerleşik, derin ve kapsamlı yanlış düşünme biçimi bu toplumda hayli yaygın ve güçlü. Aşağıdaki örnek bunu çok iyi anlatıyor aslında.
Kendisini “tamam” olarak addetmek!
Şarkıcı Selçuk Ural bir ara şöyle demişti: “Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses. Onlar da Türkiye’nin kıro grubunu kapsıyor. Çünkü kendini jiletleyen adam, normal adam değildir. Onların konserine gittiğin zaman bir tane normal insan göremezsin. Çünkü ülkemizin yüzde 90’ı kültürsüz ve kıro. Kadın cinayetlerini görüyoruz. Ajda Pekkan’ın, Cem Karaca’nın, Barış Manço’nun konserinde kimse kendini jiletlemiyordu ama onların konserlerinde niye jiletliyor? Çünkü o şarkılardaki sözler, onlara hitap ediyor.” Ural, “Kıro derken neyi kastediyorsunuz” sorusu üzerine şu ifadeleri kullanmış: “Kültürsüz, kendiyle barışık olmayan, hiçbir hayat eğitimi almayan insanlar… Aslında onların da suçu yok. Ailelerinden öyle görmüşler. Neden bu kadar mahalle kavgası var? Trafik kavgalarında, kadın cinayetlerinde, çocuk tacizlerinde bir numarayız. Neden? Çünkü bizim zamanımızda nüfusun yüzde 90’ı okumuştu ama şimdi tam tersi.”
Modern olmanın yarattığı pek çok endişe, Kürtlerde veya ezilen diğer kesimlerde “eksik/lik” olarak gördüğü şeyi bir tespit olarak öne sürerken, kendisini “tamam” olarak addeder ve bütün sorunları için bir günah keçisi bulmanın verdiği rahatlığı yaşar. Bu kültürün arkasına saklanmış ırkçı bakış açısının nasıl aşılabileceğini bir sonraki yazımda ele alacağım.