‘Devrim olup Devrim kalasıcalar’ın yılı olsun!

SEZAİ SARIOĞLU

“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/ Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun/ Sevgim acıyor/Biz giz dolu bir şey yaşadık/ Onlar da orada yaşadılar/ Bir dağın çarpıklığını/ bir sevinç sanarak” (Turgut Uyar, Acıyor)

Devrim ve özgürlükler sorunsalı “zaman ayarlı” kronolojik ve ilerlemeci tarihe monte edilemezse de değil mi ki 2025’e ayak basıyoruz, o halde umutsuz ve mutsuz geçen eski yıla rağmen, “etkisiz elaman” olmayı terk edip umut ve mücadele takvimini güncellememiz ve yeniden tarihin özneleri olarak ayağa kalkmamız gerekiyor.

2024, milliyetçiliğin, ırkçılığın ve onun en yüksek biçimi faşizmin kapsam alanını genişlettiği “Aldı başını gidiyor!” yılı olarak hem tarihe hem de coğrafyaya geçti. Dünya ve ülke sath ı mahalimiz milliyetçilik ve ırkçılık, neo-faşizm denebilecek bir yörüngeye iyice oturdu. Bu trajik siyasal tablo içinde, kapitalizm-emperyalizmin yeni ve rafine modeli olarak Gazze’de yaptığı model soykırımlar, Batı dünyasında “Harika! Harika!” diye alkışlanırken yeni dünya düzeninin “Harika çocuğu!” İsrail’in devlet tipinin ve biçiminin ne olduğuna dair verili tanımların ötesinde belki de yeni bir devlet tanımı gerektirdiği bir ihtiyaç haline geldi. “Masal dinlememiş çocuklar büyüyünce kedi resmini bile cetvelle çizer” demişti Cemal Süreya. Kediyi cetvelle çizen ressamlar gibi, emperyalist odaklar ve yerli işbirlikçileri zihin haritalarına bağlı olarak yeni bir Suriye haritası çizmeye başladılar.

Ortadoğu denkleminde yeni bilinmeyenler

Tarih denen bilici, özellikle Ortadoğu’da eskiden cetvelle çizilen haritaları yeni cetvelle yeniden çizmeye başladı. Yıllardır zorun sıratında yaşayan ama pes etmeyen Kürtleri daha zor yılların beklediğini coğrafyanın kulağına fısıldadı. Suriye’nin dişleri söküldü, yeni dikişler atılıyor. Suriye’deki yeni dinamikler bir yana genelde Politik İslam hız kesse de dinin dünya genelinde hâlâ cevap olduğuna dair bir gerçek yaşandı. Kıymetlimiz Marx’ın “Din afyondur” cümlesinde kendini sabitleyen sosyalistler, cümlenin başındaki “Din, ezilen varlığın iç çekişi, ruhsuz/kalpsiz dünyanın ruhudur/kalbidir” cümlesine geçip mesaiye başlayamadı. Avrupa Birliği’nin Türkiye, İsrail ve Suriye’de izlediği politikanın hali pür melali modernizmin iflasının yeni bir delili oldu ve yeni ırkçılığın ve “ılımlı İslam” olarak teorize edilen projenin ekmeğine yağ sürdü… Ortadoğu dokuz bilinmeyenli denklemdi, denkleme yeni bilinmezlikler eklendi. Keza Filistin konusundaki klasik “Enternasyonalizm” temelli devrimci şemanın yetmediği, İslami hareketlerin nüfuz etmesiyle farklı bir yol izlenmesi gerektiği ortaya çıktı.

Parça tesirli işçi ve kadın hatırlatmaları

“Tarihin ve ideolojilerin sonu!” demagojisine bağlı olarak “zamanını doldurduğu” gerekçesiyle neredeyse teori kütüğünden kaydı düşürülecek “işçiler”, memleketin değişik yörelerinde “ben buradayım” diyerek parça tesirli de olsa mücadelelerini sürdürüp kendilerini hatırlattılar. Kadınlar durur mu? Kolektifler içinde ve toplumsal hayattaki “eril dile” ve “erkek egemenliğine” karşı mücadele hız kesse de sürmekte. Kadınların öncü bölükleri, yaprak kımıldamayan siyasal ortamda bu yıl da toplumsal dinamiğin en önemli öznelerinden olduklarını devletlere ve tek kişilik devlet olan erkeklere ve cümle aleme hatırlattılar.

Narin cinayeti ilk aşaması “üç müebbet” ile bitti. Oysa, “gerekçeli zarar” olan mesele dönüştürülmüş meselenin “adli bir cinayet” ve hukuk meselesi olmadığı, olay örgüsünün toplumsal yapının özeti olduğuna dair kamuoyunda ve kamu vicdanında yargılama sürüyor, sürecek.

Zalim ile mazlumun yüzleşme bahsinde “mazlumun affetmeme hakkı” bilince çıkarılamadığından, yalandan yere özür dileyen zalimi affedecek “empati” ortamı değer kazandı.

Dilde zorla iskânın kaderi ne olacak?

İsmiyle müsemma Devlet Bahçeli’nin “ezber bozan açılımının!” şifrelerinin tüm mantıki ve siyasi sonuçlarının neler olacağı yeni yıla kaldı. Bu “açılımın”, Suriye’nin bilgisayar oyunlarına benzer biçimde düşürülmesi ve Öcalan ile görüşmenin sonuçlarıyla ilgisi de merak konusu. Kürtler söz konusu olduğunda tüm ideolojik ve siyasi farklılıkların teferruat olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bunca mücadeleye ve bedellere rağmen, devletlerden uzun süren dilden ve kültürel haklardan tasarruf edilemeyeceği anlaşılamadığından “Ana dilde eğitim hakkı” ve “kültürel haklar” bile riske gerdi. Dilde zorla iskân ve asimilasyona karşı “dilin kendi kaderini tayin hakkı”nın kaderinin ve kederinin ne olacağı da yeni yılda merak konusu.

‘Konuş, sen nerelisen?!’

Kitlelerle yaşamsal temas noktası olarak yerel yönetimlerin ve yerel inisiyatiflerin rolünün anlaşılması ve yerel kazanımlara karşı iktidar “kayyım” kılıcını yeniden gösterdi 2024’te. Toplumsal ve özellikle de yerel seçimlerde meşruiyetini kaybeden AKP kayyım ipine sarılmayı sürdürünce, seçimin hemen arifesinde Van’daki kitlesel direniş geri adıma neden olduysa da aynı kitlesel itiraz yerine üçüncü kez kayyım atanan Kekê Ahmed (Türk) meselesinde gösterilemedi. Belediye seçimlerinde bölgede taşımalı seçmenlere “Konuş, sen nerelisen?” diyen Kürt amcanın bu cümlesi, yirmi dört ayar bir itiraz olarak kulaklara küpe oldu. Önümüzdeki on yıllar belki de “seçim kazanmak odaklı” politika yapmaktan “kalıcı yerel modeller” yaratmaya zemin olduğu söylenebilir. Parlamento ile sokak bağlantısı bir türlü kurulamadı, dahası, parlamento (istisnalar dışında) bir çok muhalif milletvekili için evcilleştirme mekanizması olarak işlevini sürdürdü.

Ekinci’ye üzülüp Kışanak’a sevindik

Kürt siyasasının duayen isimlerinden Tarık Ziya Ekinci’nin ölümü, 8 yıl sonra nihayet zindandan çıkmasına izin verilen Gültan Kışanak’ın tahliyesi… Hapishaneler doldu taştı… Süresi biten siyasiler bir bahaneyle içeride tutularak yeni bir mağduriyet yaratıldı. Şair İlhan Sami Çomak 30 yılı aşkın süreden sonra nihayet serbest kalsa da, 30 yılın hesabı meçhul kaldı!

FOTOĞRAF: ÖZCAN YAMAN

Yaraları kimliği olan şair Hicri İzgören’in gözaltına alınıp salınmasıyla sevinç ve üzünç arasında gidip geldik. Yazar Yavuz Ekinci Rüyası Bölünenler romanı yüzünden yargılandıysa da bu saçmalık iyi sonuçlandı.

‘Türkçe neyinize yetmiyor!’ hezeyanı      

20 yıl önce Yasak Meyve dergisindeki bir makalemde tarihe not düştüğüm, “Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır!” cümlemi bu yıl da kimse üstüne almadı ve âh çekmekten yorulan cümle boşlukta salınıp durdu. Şairin kendisine rağmen şiirlerini sevmek özgürlüğü bir yana, ipliği çoktan pazara çıkmış İsmet Özel gibi şairlerin egosantrik ırkçılığı, şiirleri üzerinden idare edilmeyi sürdürdü. Benim de dahil olduğum yazarlar, yeni bir kavram/tanım bulununcaya kadar şiirin etnisiteye değil dile göre tanımlanması gerektiğinden hareketle, “Türkçe Edebiyat” üzerinden dillendirmeyi sürdürdü. Muvazzaf ve Üniter gerekçelendirilen“Türk Edebiyatı” kavramı ise eski kalemşorlara taze kan olarak yeni müritler eklenerek kapsam alanlarını genişletme çabası içinde oldu. Anlı şanlı, kerli ferli, bazıları ödüllü yazarlar, benim gibilere divanda ve dergâhta, teoride ve pratikte “Türkçe neyinize yetmiyor!” hezeyanlarını sürdürdü.

Vaktini okumamaya harcamak!

Yoldaşlarına uşağum, uşaklarına yoldaşım diyen Rizeli komünist Yusuf Ziya Örün’ün 12 Eylül’ü değerlendirdiği “Kitapları ve okumaları ziyan ettik uşağım! Kitlelerden ve kadrolardan zarar ettik!” sözleri geliyor aklıma. Geçmişte, koşarken âşık olan, faşistlerle “mübalağa cenk halinde” koşarken kitap okuyanlar kavminin çocukları olarak bu yıl da “Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz!” cümlesindeki ironi hükmünü sürdürdü. Beni sorarsanız, çölde yollarını kaybettiklerinde şiirler okuyarak hikâyeler anlatarak yollarını bulan kervancılar gibi, bütün yıl şiirler okuyarak hikâyeler anlatarak menzile yürüdüm. Yeni yılda da kalan ömrümü yanlış yaşamadan, yanlış yaşlanmadan, kapitalizme ve kötülük toplumuna teslim olmadan yaşamak bana heves…

Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Kendilerini devrimin ve sosyalizmin temsilcisi ve esas gücü olarak takdim edenlerce  pek de hayırla anılmayan Birikim Dergisi, Türkiye sosyalizminin az sayıda entelektüel kıymetlerinden Aydın Çubukçu’nun da yazısının olduğu arşivlik Lenin özel sayısı yayınlayınca, bu kolektiflerin bir çoğu, “Lenin’i biz neden ıskaladık!” deyip Lenin’in o ünlü şapkasını dizlerine koyup düşünmek yerine, “Lenin özel sayısı yapmak size mi düştü! Lenin size mi kaldı!” mealinde serzenişte bulunmayı ihmal etmediler. Lenin’in ismi cümle içinde geçmişken, Lenin’in kulağını çınlatarak “Ne yapmalı?”, Çernişevski’nin kulaklarını çınlatarak “Nasıl Yapmalı?” sorularının muhtemel cevapları ve hayata nasıl geçirileceğine dair umutlar yeni yıla devredildi.

“Bütün söz vermelerin tarihçesi/ Sevgim acıyor” dizesinin siyasal izdüşümleri geçen yılda da hükmünü sürdürdü. Bizim/Bijim Mahalle’nin kolektifleri birbirlerinden, kitaplardan, sokaklardan zarar etmeyi sürdürdü. “Marifet iltifata tabidir” diyerek alkışlayıp iltifat edeceğimiz bir marifet gösterildiği pek de söylenemez. Büyük Defter bir yana Küçük Defter’e geçirilecek bir teorik-pratik gelişme kaydedilmedi. Hâl böyle olunca da “Kırmızı yanlışlıklarımızı çok severiz!” hali galebe çaldı ve esastan ve usûlden yüzleşerek yeni başlangıçlar yapma umudumuz da yeni yıla aktarıldı… 12 Eylül ile başlayan kitlelerden ve kadrolardan, sokaklardan ve kitaplardan zarar etme süreci zaman zaman hız kesse de esasta sürdü..

Esas meselenin sadece birlik olmadığı, meselenin sahicilik yitimi olduğu ayan beyan ortaya çıkmasına rağmen sözcüklerin, kavramların ve yaşam tarzlarının evcilleşmesi ve sahicilik yitimi 2024’te de devam etti. Zaman aşımına uğrayan bazı cevaplarımızın ve enstrümanlarımızın yerine neleri koyacağımızı, iltifat edeceğimiz bir marifet gösterilemeyince, mevziyi ve mevzuyu terk etmeden nasıl yeni başlangıçlar yapacağımızı bilemeden bir yılı daha geride bıraktık. Sahicilik yitimi ve evcilleşme, daha da vahimi birbirimize devlet olma hali sürdü. Örgütlü örgütsüzler konumlarını sürdürdü, kapsam alanı onlardan daha büyük olan “örgütsüz örgütlüler” ise yeni bir Gezi umudunu diri tutamadan, Paris’teki Sarı Yelekliler’i takip etmekle yetindi.

Yerel ve evrensel düzeyde, esasta aynı teorik politik girdilerle ve aynı araçlarla Sovyetler Birliği’nde, Çin Halk Cumhuriyeti’nde,  Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nde, Balkanlar ve Doğu Avrupa ülkelerinde çöken “Reel Sosyalist” deneyimlerin, çöküş nedenleri es geçilerek, muhasebe yine bilinmezliğe ertelendi!  Nâzım Hikmet’in, “Küba’dan döndüm bu sabah/ …/ sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin/ işin kolayına kaçmadan ama/ …/  sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin/ 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin/ çok şükür çok şükür bu günleri de gördüm / ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat/ yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin” dediği kuşatma altındaki Küba, çöken sosyalizm deneyimleriyle yapısal sorunlarla malul olmasına her şeye rağmen kalbimizdeki yerini korudu…

Bir hikâye ve kıssadan hisse

Küçüktük, eve sığacak kadar ufacıktık. Aç-âşık çocuklar olduğumuz için sokakları mesken tutmuştuk. Sokaklar çağırdığında gitmemek olmazdı, heves nefes sokaklara kaydolmuştuk. Kasaba köylere benzemezdi, köylerde yoksulluk kasabalarda açlık hüküm sürerdi. Eve ekmek getiren olmadığında aç kalmak dışında seçenek yoktu… Hâl böyle olunca, ne zaman aç kalsak elmalara giderdik. Komşumuz Zennure Teyze’nin elmalarına… Zennure Teyze, köyde eşi ve çocukları olan fındık zengini birinin şehirdeki iki çocuklu sevgilisiydi… O zamanın deyimiyle “kapatmasıydı.” Akıl Hastanesinde yatan annemin “ahretliği” olan, iyilikten yapılmış Zennure Teyze bizi kollamakla kalmaz, elma bahçesine dadandığımızı bildiği halde bizi yakalamaz, pencereden seyreder, bazen de “Elmaların yanaklarını zengin ısırın!” diye tembih ederdi. Açlık sınır tanımazdı, yolumuzu illaki elmalara düşürürdü. Elmalarla ilişkimizi abartmakta üstümüze yoktu. İşte böyle bir günde, yine elmalar bizi çağırmıştı, gitmezsek olmazdı, almaların kalbi kırılırdı. Yakalanma ihtimalimiz olmadığı halde en küçük kardeşimizi “nöbette” bırakıp, üç kardeş elma bahçesinden ceplerimizi, koynumuzu doldurarak dönmek üzere çitten sokağa atlarken, Zennure Teyze ile göz göze gelmeyelim mi? Bu sözsüz göz teması penceresinden bakarken göz göze gelmemize benzemiyordu. Kardeşimizin kulağından değil elinden tutmuş evinin önündeki “soluklanma taşına” oturmuş bekliyordu. Üstümüz başımız suç içinde sus pus yaklaşarak kaderimizi beklemeye başlamıştık… Ve var ki, bakışlarında elma çalma suçumuza dair bir işaret yoktu. Her zamanki gibi iyi kalpli beddua ile olay olay ve elma mahalinden uzaklaşmayı beklerken Zennure Teyze, hayatım boyunca hiç ama hiç unutmadığım bir cümleyi kulaklarımıza misafir bıraktı: “Sizi gidi elma olasıcalar! Sizi gidi elma kalasıcalar!”

Aradan yıllar geçti. Elmalardan hızlı büyüyüp, elmalardan kaydımızı sildirip değişik siyasetlere kayıtlı devrimciler olduk. Mahir ve arkadaşlarının mahallemize çıkan yokuşun girişindeki Kılıç Otel’den İngilizleri kaçırdığı günlerdi… Kasabada “talebeler gelmiş” lafları dolaşmaya başlamıştı. Penceresinden bizim yıllar içindeki mecramıza ve maceramıza göz şahidi olan Zennure Teyze, değişikliğin farkına vardıysa da bize tek kelâm etmiyor, belli ki zamanı kolluyordu. Günün birinde yine dört kardeş, içinde “devrim, sosyalizm” olan cümleler meşk edip tartışarak penceresinin önünden geçerken, başını uzatıp seslendi:

“Devrim olasıcalar sizi!.. Devrim kalasıcalar sizi!”

Zennure Teyze’nin kulaklarını çınlatarak bizim mahallenin çocuklarına “elma” yerine “Devrim olasıcalar! Devrim kalasıcalar!” desem ve ortaya çıksalar…