Söyleşi: ROJHAT TURGUT

Hakkında söylenen her söze 30 yıllık tutsaklığından bahsedilerek başlanan Şair İlhan Sami Çomak’la güneşli bir Aralık günü nihayet buluşabildiğimizde, hepimizin yüzünde ve sesinde hem bir heyecan ve kavuşmuş olmanın mutluluğu hem de ne diyeceğini ne konuşacağını bilememenin tedirginliği vardı. Ama bir süre sonra şiirleri üzerinden kurduğumuz dostluğun aramızdaki -Nâzım’dan mülhem söyleyecek olursak- “30 yıllık zaman”ı nasıl da sildiğini, bu ayrılığın aslında okurları nezdinde şiir sayesinde nasıl da yok hükmünde olduğunu hayretle fark ettik. Bizi bunca zamana ve yola rağmen tanış kılan şiirine minnetimizden Çomak’ın şiirini, özeldeyse Kürtçe yazdığı şiirlerini, anadiliyle ilişkisini ve okurluğunu konuşmaya çalıştık mümkün olduğunca. Kendisine ve yazdıklarına teşekkürle…
-İlk olarak kamuoyunda senin daha az konuşulan bir yönüne değinelim; Kürtçeyle, Kürtçe şiirle ilişkine. Oraya dair daha az şey biliniyor ve biz de daha fazla merak ediyoruz. Kürtçe bir şiir kitabın var: Çiyayê Girtî. Ve bu kitaptaki şiirler Türkçe yazılıp da Kürtçeye çevrilmedi, Kürtçe yazıldılar. Niyetim Kürtçe ve Türkçeyle ilişkin arasında bir kıyaslama yapmak değil elbette. Ama burada şiir ve dil gibi çok doğrudan ilişkili iki şey söz konusu. Şiirini besleyen her şey; kültür, senin iç dünyan, çocukluktaki referansların, anıların, rüyaların… Bütün bunların en azından belli bir yere kadar Kürtçeyle şekillendiğini düşünürsek, -ki Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ta yazdığına göre sen de Türkçeyi sonradan okulda dayakla, şiddetle öğrenenlerden birisin- Kürtçe yazmak, okumak, düşünmek, rüya görmekten Türkçeye geçişin ve bugün Türkçe şiir yazarak dünya çapında biliniyor, tanınıyor olman sana nasıl hissettiriyor? Kendi anadilinle ilişkine dair duygu durumun nedir?
Aslında bu soruya verilecek cevabın arka planında siyasi bir durum söz konusu. Bir Kürt olarak doğdum. Kürtçe konuşmam, Kürtçe yazmam, Kürtçe üretmem beklenir. Ama Türkiye’de bunun şartları çok da yoktu. Ben Kürtçe eğitim görmedim. Yani anadilimde eğitim görememenin verdiği bir zorluktan hareketle Türkçeye yöneldim. Okulda Türkçeyle karşılaştım evet, kitabımda da yer vermiştim. Devletle karşılaşmam ile Türkçeyle karşılaşmam aslında birlikte oldu. Ve zamanla -tabii ben Kürtçeye doğmuş olsam da- bir şekilde Türkçeyle daha yoğun şekilde hemhal oldum. Bu aslında Kürtçe eğitim görmemekten gelen bir durum da olabilir. Kürtçe günlük yaşamdan, sosyal yaşamdan, okuldan, mahalleden kovuldu. Bu da Kürtçenin Türkçeye oranla daha da zayıflamasını doğurdu. Cezaevine girdiğimde de Kürtçe biliyordum. Ama Türkçeyi konuştuğum ya da Türkçe düşündüğüm gibi yoğun, derinlikli olmadığını şimdi daha kesin şekilde söyleyebilirim. Bir süre sonra, 2000’li yılların ortasında Kürtçeye tekrar döndüm. Yani hep yaşamımdaydı, günlük yaşamda da kullanmaya çalıştım. Tekrar Kürtçe kitaplar alıp okudum. Okudukça geçmişimi, annemden, babamdan, çevremden öğrendiğim o anadilimi tekrar tekrar hatırladım ve bir süre sonra bunu da edebi çalışmalarımda kullandım. Kürtçeyle ilişkim böyle oldu. Zorunlu bir ayrılık benimki. Bunun sonucu olarak da daha az kullanılmış oldu. Elbette bugün kullandığım Türkçe ile Kürtçe arasında bir fark olduğunun farkındayım. Türkçeye vakıf olduğum kadar vakıf değilim Kürtçeye ama edebiyat yapacak, şiir yazacak, şiir üretecek denli de bir Kürtçem var. Türkiye’de Türkçe yazan bir şair olarak bilindim ama benim duygu dünyamda Kürtçe aynı üretkenlik düzeyinde olmasa da hep var, hep oldu, bundan sonra da olacak. Bu benim için sadece geçmişe, anne babaya, o değerlere bağlılıkla açıklanamayacak bir şey. Aslında ben Kürtçenin Türkiye’deki kamu hayatından kovulmasından hareketle bunu sahiplenmeyi bir görev olarak da biliyorum. Bundan sonraki çalışmalarımda ne olur onu bilemem ama ev içinde olduğu kadar dışarıda da daha fazla Kürtçe konuşmam ya da üretkenlik çabasında olmam gerekiyor.

-Peki şiir yazmaya başladığında ninniler, adlar, türküler, tekerlemeler, atasözleri, yani o gündelik hayatın içerisinde kulağımızın arkasında olan ve senin büyürken Kürtçe duyduğun o pek çok şeyi daha sonra yazmaya başladığında duymaya devam ettin mi? Ya da Türkçe yazdığında oradan o anılar, o sesler gelip seni buldu mu?
Onu çok kestiremiyorum. Yani olmuşsa da “Kürtçede şöyle bir sentaks vardı, şunu şurada kullanayım. Kürtçede böyle bir deyim vardı vb.” gibi bilinçli bir yönelim içerisinde olmadım. Ama muhakkak ki en nihayetinde şiir bir şuur işidir. Bir bilinç; hem kültürel bir bilinç işi hem de bilinçli bir çabayla gelişen bir iş… Beni etkilemiştir kesinlikle. Ama bunun bilinçli bir yönelimle olduğunu söyleyemem. Kürtçenin verdiği imkânı Türkçede kullanayım gibi bir eylemim olmadı hiç.
-Aslında tam olarak onu sormak istemedim. Çocuklukta duyduğun o sesler, ninniler, işte o sevgi sözcükleri ya da sokaktaki sesler daha sonra yazmaya başladığında gelip seninle iletişim kurdu mu? Yani Kürtçenin o sesi.
Bence şiirime bakıldığında bunu söylemek mümkün.
Cezaevinde okumak ve yazmak…
-İçeride kitaplara, dergilere erişim meselesinin kısıtlılığını biliyoruz. 2 ayda 7 kitap veriyorlar. Dergi ise hiç verilmiyor. Bunları aynı anda bulundurabiliyor muydunuz?
7 kitabı aynı anda bulundurabilirsin. 2 ay sonra sana yeni bir kitap geldiğinde kotanı boşaltmış olman gerekiyor. Yani o 2 ay içerisinde kitapları okuyup dışarıya vereceksin, kotan boş olacak. O yeni yedi kitabı ancak öyle alabilirsin.
-Peki o kitaplardan birine geri dönüp bakmak istediğinizde böyle bir imkânınız oluyor mu?
Yok, olmuyor. Dışarı çıkmış oluyor kitaplar. Ziyaretçin yoluyla sana kitap geliyor ve sen ziyaretçine iki aydan sonra geri veriyorsun o kitabı. Böylece yenilerini alıyorsun. Yani o kitapla bir iletişim kuramıyorsun sonra. O da şöyle. Mesela Silivri 5 Nolu’da şöyle yapılıyordu. Tek haneli aylarda kitap alabiliyordun yani birinci ay, üçüncü ay… Onun dışında kitap alamıyorsun. İkinci ayın ikinci gününde gelmiş, dördüncü ayın ikinci gününde gelmiş hiçbir önemi yok. Almıyorlar.
-Kürtçeye dair ayrıca bir ambargo, bir kısıtlama var mıydı? Türkçe kitaba erişebildiğin gibi Kürtçe kitaba da erişebiliyor muydun?
Şöyle bir sorun vardı. Türkçe kitaplar geldikten bir iki hafta sonra sana veriliyor ama Kürtçe kitaplar için çok yoğun bir iş yapılıyor. Kürtçe kitapların araştırılması, incelenmesi çok daha uzun sürüyor. Bir aya, iki aya kadar uzayabiliyor. Her zaman bir personel eksikliği oluyor zaten. Dolayısıyla ulaşma imkânı çok zor. İki ay, üç ay beklediğimi biliyorum kitapları. Başka arkadaşlar da öyle. Ama bunun dışında eğer kendilerince bir yasak yoksa, mahkeme kararı yoksa bile eğitim birimi kendince karar alıp vermeyebiliyor. Bu hem Kürtçe kitap açısından böyle hem Türkçe kitap açısından. Yani mahkeme kararı olmaksızın da engelleyebiliyorlar. Yönetmelik onlara öyle bir hak vermiş.
Bir de şöyle bir şey var: Yani dışarıdan kitap geliyor tamam ama Kürtçe yazıp dışarı çıkarmak eskiden beri çok ciddi bir sorun. Kesinlikle kabul etmiyorlardı. Bir şekilde dışarı çıkartabiliyorduk. Bazı arkadaşlarım bundan dolayı disiplin cezaları da aldı. Kürtçe yazıyor ve mektup okuma komisyonu kesinlikle kabul etmiyor. Zaten el koyuyor. Yedeğinin kesinlikle elinde olması gerekiyor. Türlü yollar kullanıp bu yazdıklarını dışarı çıkartabiliyorsun. Ben de Çiyayê Girtî’deki şiirlerin çoğunu öyle dışarı çıkardım aslında. Yani üretmek zaten ciddi bir sorun ama bir sorun da bu. Cezaevinin doğası gereği şartları çok zordur. O şartlar altında birinin bir şey yazması çok güçlü bir kararlılıktır zaten. Ama bir de bu yazıp çizdiklerini dışarı çıkarmak ayrı bir dert. Bu Kürtçe olunca daha da zor.

-Peki Kürtçenin dışında bir başka dille iletişim kurdun mu? Düşündün mü o dilde? Başka dillerde bir şey okuma şansın oldu mu?
Ben Kurmanci okuyup yazabiliyorum. Zazaca okuyorum. Epeyce de Zazaca okudum üstelik. İyi bir okur olduğumu söyleyebilirim. Bir de Türkçe. Onun dışında farklı bir dil yok.
-Yazdıklarını paylaştığın, üzerine konuştuğun -Türkçe ya da Kürtçe olarak- tartıştığın arkadaşlar var mıydı etrafında?
Kürtçe yazıp paylaştığım arkadaşlarım vardı. Belli bir dönem birlikte kaldım. Onların da şiir kitapları çıktı. Tevfik Yaşlı vardı, birlikte Kürtçe yazıp çiziyorduk. Öyle bir imkânım oldu. Bana çok da katkısı oldu aslında Tevfik’in. Onun da iki üç kitabı çıkmış. Onu biliyorum. Ama Türkçede bu imkân çok yoktu. Çünkü birlikte kaldığım arkadaşların dil kullanma kapasiteleriyle benimki çok denk değildi. Bana böyle akıl verecek, yol yordam öğretecek pek kimse yoktu. Daha çok, başlangıçtan itibaren kendim el yordamıyla yazıp çizdim ve böyle yürüdüm. Buradaki sorun ben şiir yolunda yürürken bana katkı sunacak bir kapasite meselesi. Yoksa bu arkadaşlarımın beni engelleyen herhangi bir tutumu yoktu. Ama mesela o ortamın kendisi bence büyük bir katkı. Yani adli ortamla kıyaslandığında elbette. İnsanların birlikte yatıp kalkması, aynı yöne bakması, aynı duyguyla hareket etmesi, onun verdiği rahatlık, huzur. Büyük bir katkı bence. Benim bahsettiğim konu ise daha farklı. Şiir bilgisi, şiir görgüsü kişilerde olmayınca katkı sunmaları mümkün değil.
‘Türkçe yazmak konfor alanı oluşturdu’
-Peki mesela bu durumda dışarıdan iletişimde olduğun, şiir üzerine, edebiyat üzerine sohbet ettiğin, belki mektuplaştığın, kitap alıp gönderen, iletişimde olduğun birileri, bir yayın organı, yayınevi, editör, yazar, çevirmen, şair var mıydı?
Var tabii. Daha önceki söyleşilerde de belirttim. Dostların yazıları, şiirime dair söyledikleri benim için büyük bir güç oluyordu. Evet, ben şimdi uluslararası alanda Türkiye’den bilinen bir şair oldum şiirimle. Ama bunu hiçbir şekilde tek başıma yaptığımı söylemiyorum. Bu kolektif bir çabanın ürünüydü. Ben elbette o şiirleri yazdım ama bu şiirlerin görünür olması editörüm Hakkı Zariç’in, vasim İpek Özel’in, kız kardeşim Suna’nın büyük çabalarıyla oldu. Yani tek başına olup bitecek bir şey değil bu, bunun hakkını teslim etmek gerekiyor. Pek çok kişi gerek içeride gerek dışarıda şiir yazıyor. Ama onun görünür olması her zaman mümkün olmuyor. Eğer benim şiirim görünür olmuşsa bunun kolektif bir çabanın ürünü olduğunu teslim etmeli. Az önce söylediğim isimler olmasaydı bugünkü hâliyle kamuoyunun önüne çıkamazdım.
-Ben tekrar dil meselesine dönmek istiyorum. Kürtçe üzerine yeni bir çalışma düşünüyor musun? Ya da Kürtçe eğitim almamış olmanın verdiği o dilin eksik taraflarına çalışmak vs. Çünkü dışarıda olanaklar çok daha geniş ve neredeyse sınırsız. Yani o olanaklara erişme imkânı elinin altındayken hem dilini hem şiirini yeniden geliştirmek gibi bir planın var mı?
Öyle bir düşüncem yok. Yani ben Kürtçeye, gramere vakıfım, biliyorum. Konuşmamı, günlük yaşamımı pekâlâ onunla sürdürebilirim. Benim sorunum aslında daha yoğun okumalar, daha yoğun üretimler. Edebi çalışmaların temel özelliği sürekliliktir bana kalırsa. Ama bunda bir süreklilik olmadığı, o insicamda bir sorun olduğu için beklenildiği şekilde ilerlemedi belki de. Bu benden kaynaklı. Yoksa kursa gitmek, eğitim görmekle çözülebilecek bir sorun değil.
Sanırım biraz da şöyle bir şey oluştu. Türkçe yazmak bir konfor alanı oluşturdu bende. Ondan hareketle daha az uğrar oldum. Belki de Kürtçe başlasaydım şiir yazmaya, Türkçeye bu kadar sırtımı dayamazdım. O konfor alanını belki de kırmam gerekiyor ama bilemiyorum.
-Aslında konfor alanı dediğin şey büyük ölçüde de siyasal zeminden besleniyor herhalde. İçeride Kürtçe kitaplara ulaşmanın ve yazdıklarını çıkarmanın zorluklarından bahsettin. Dışarıda da durum benzer. Kürt kurumlarına, Kürtçeye dönük baskılar durmuş değil. Türkçeyle karşılaştırıldığında hâlâ çok sınırlı bir okuru var. Velhasıl, Kürtçe üretim yapmaktan kaçınan biriymişsin de çok öznel, çok kişisel tercihlerle bu “konfor alanı”nı seçmişsin gibi bir durum söz konusu değil herhalde. O siyasal zeminin, siyasal baskının da etkisi yok mu?
Zaten işin başlangıcı orada. Yani ben tercihen Türkçe konuşmuş biri değilim. Dayak yiye yiye Türkçe öğrendim ama bu benimle de sınırlı değil. Bu bir sistem sorunu. Türkiye’deki politik durumla, muktedirlerin Türkiye’yi yönetme biçimiyle ilgili bir sorun. Bunun da bana böyle bir yansıması oldu. Bu değişebilir mi? Bilemiyorum ama ben sadece bir zorunluluktan hareketle Türkçe yazmıyorum. Ben Türkçe yazmayı seviyorum. Böyle bir durum da var. Türkçe ifade etmek, yazmak, Türkçenin kendisi benim hoşuma gidiyor. Şöyle bir hikâye geliyor aklıma: Bir öğrencisi ustasına gelip “Usta” diyor, “20 yıl çalıştım. Suyun üstünde yürümeyi öğrendim.” Ustası da cevaben “Bravo” diyor. “Peki vazgeçebilir misin?” Belki de o konfor alanı dediğimiz şey bu. Yani bu saatten sonra yazıp çizeceğim şeyler Türkçede belli bir aşamaya geldi, belli bir yetkinliğe vardı. Bundan vazgeçmenin pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. Bunu birbirine karşı da konumlandırmıyorum aslında. Türkçe yazmak kötü, Kürtçe yazmak iyi tarzında da ele almıyorum. Ben zevkle Türkçe yazıyorum. Aynı zevki Kürtçeyle yazarken de hissediyorum. Önemli olan biraz daha dengeli bir çalışma oturtabilmek. O da artık ileriki zamana bırakılabilir.

-Kürtçe edebiyatı izleyen kamuoyu söz konusu olduğunda, Türkçe yazan Kürtlere dönük ezelden beri süren bir tartışma var. Bu meseleyi merkezine alan bir kitabın adından çalarak söyleyecek olursam, “yaralı bir kimlik” duygusuyla Türkçe yazan Kürtlere dönük bir eleştiri, hatta bazen neredeyse lince varan bir yaklaşım görülebiliyor. Ama öte yandan da edebiyatın, dilin, şiirin duygu dünyasını, dünyayla kurduğu ilişkinin doğasını düşündüğümüzde aslında edebiyatın diller üstü, ulusal aidiyetin, kimliğin inancın da rafa kalkabileceği, önemsiz kalabileceği ya da ne diyeyim, diller arasında bir hiyerarşi kurmadan düşünmemiz gereken bir alan olduğu da söylenebilir. Bu ikisi arasındaki çelişki, yani güncel siyasal durumun ya da ulusal ezilmişliğimizin bize dayattığı o tercih zorunluluğu bunların konuşulmasını hep siyasal bir zemine çekiyor doğal olarak. Sen ne demek istersin? Bu eleştirilere nasıl yaklaşırsın?
Türkiye’de Ahmed Arif ve Yaşar Kemal, Arap dünyasında da Selim Berakat gibi Kürt olarak Türkçe ve Arapça yazan pek çok kişi var. Onlar büyük insanlar. Ben kendimi onlarla aynı yerde görmüyorum açıkçası. Yani bana dair böyle eleştiriler var mı bilmiyorum. Belki de vardır. İnsanların beklentisi olabilir elbette. Ama bu beklentilerin bir yönüyle antidemokratik olduğuna da inanıyorum. Kişinin ne yazıp ne istediği çok önemsenmiyor beklenti söz konusu olduğunda. Benden böyle beklentiler olabilir ama asıl olan benim tavrımdır. Hâlihazırda Türkçe yazıyorum. Kürtçe de yazdım. Olasıdır ki yarın öbür gün yazmaya devam da ederim. Buna dair çok böyle güçlü şeyler de söyleyemem açıkçası. Çünkü bu konuda bana ilişkin eleştirilerin olup olmadığını bilmiyorum.
-Kürtçe şiirde kimleri okuyabildin içeride? Ehmed Huseynî’yi çok sevdiğini biliyorum. Onun dışında kimlere bakabildin?
Kürtçe yazan pek çok şairi okumuşumdur. Fatma Savcı, Kawa Nemir, Rênas Jîyan, Arjen Arî, Berken Bereh… Kürtçe şiiri ben özellikle bir dönem çok yoğun takip ettim. Ama böyle şiirlerinden çok etkilendiğim, sevdiğim esas olarak Ehmed Huseynî’dir. Rênas Jîyan’ın da şiirleri hoşuma gider. Çok severim. Kawa Nemir’ın de dokunmuş, çok sıkı bir şiiri var bana kalırsa. Bazen soğuk olabiliyor şiirleri ama çok sıkı dokulu bir şiiri olduğunu teslim etmek gerekiyor. Kürtçe romanda Bextiyar Elî doruktur kesinlikle. Onun seviyesine ulaşmak çok güç. Hinara Dawî Ya Dinyayê çok iyi bir romandı. Çıkmadan önce de Bajarê Mosîqarên Spî’yi okudum. 700 sayfalık, çok oylumlu da bir kitaptır. Êvara Perwaneyê‘yi daha önce okumuştum. Bir daha okudum geçen Ekim-Kasım ayında. Çok severim yani onu.

‘Şiirimde cezaevi istisnaidir’
-Kürtçe kitabın Çiyayê Girtî’nin yayımlanması nasıl oldu peki?
Dosya zaten hazırdı. Bazı Kürtçe şiirlerimin İsveç diline çevrilmesi durumu vardı. Bu vesileyle şiirlerimi gören bazı Kürtçe yazan şair ve yazarların önerileri oldu. Ben de istiyordum. En nihayetinde Selim Temo ki kendisi de bu konuda birçok çalışma yürüten, Kürt Şiiri Antolojisi gibi devasa bir çalışma yapan şair arkadaşım editör oldu. Vasim İpek Özel’in aracılığıyla bu mümkün olabildi.
-Ne hissettin peki? Diğer kitaplarından bir farkı oldu mu?
Çok güzeldi. Herkes bana soruyordu zaten, neden Kürtçe yazmıyorsun diye. Ben de “ya yazdım” diyordum ama hani dediklerinde gösteremiyordum. Biraz o yükten de kurtuldum böylece. O kitabı, az önce bahsettim, farklı yollarla çıkardığım için oraya girmesi gereken bazı şiirlerin, nereye gittiğini bilemiyorum ama eksik olduğunu biliyorum. Birkaç şiir eksik yani.
-İçeride olduğun 30 yılda dünyada pek çok siyasal, iktisadi, sosyal dönüşüm oldu. Özelde de Kürt sorunu çok önemli merhalelerden geçti, zor dönemlerin yanı sıra barış umuduna yaklaştığımız zamanlar da oldu. Bütün bu dönüşümler, dışarıdaki atmosfer içeride size nasıl değdi ve üretiminize nasıl yansıdı? Şiirlerinde bunun dolaylı etkilerini yakalayabiliyoruz tabii ama ne cezaevi var şiirlerinde ne de dünyanın yaşadığı bu dönüşümler. Şiirinden bağımsız olarak da bütün bunlar size nasıl değdi içeride?
Yani dünyadaki dönüşüm bana ve cezaevine nasıl yansıdı ya da benim yazdığım şiire nasıl değdi doğrusu çok kestiremiyorum. Yani bunu tartıp ölçemiyorum. Şu açıdan ölçemiyorum: Henüz dışarıdaki gelişmeleri tam olarak anlayıp çözümleyip bir şey söyleyecek düzeyde değilim. Fakat en nihayetinde kaçınılmaz şekilde bütün gelişmeler cezaevine de ama eksik ama tam ama gecikmiş şekilde yansıyor. Bunun da benim söylediğim söze, duygularımı dile getirirken söyleme biçimime etki etmesi kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan evet, şiirimde çok cezaevi yok, istisnai şiirlerde bir tema olarak olduğu söylenebilir belki. Bunun da benim özlemlerimle, yaşam tutkumla bir ilgisi var. İçeride yaşadığım hayatın, bana bir söz söylemeye dair verdiği pek bir şey yoktu sanırım. Ben de hep yönümü dışarıya, temizliğe, genişliğe çevirdim. Belki de bundandır.