EMEL ATAKTÜRK SEVİMLİ*

Bu yazının iki temel amacı var; ilki yakın tarihimizin en karanlık dönemlerinden biri olan 90’lı yılları insanlığa karşı suçlar ve yargının tutumu açısından ele almak, ikincisi de Cumhuriyet tarihi içinde ileri ve geri giderek inkâr/cezasızlık politikalarının dönemler/alanlar arası ortak özelliklerine ve yarattığı tahribata dair bir düşünme alanı açmak.
Şöyle başlayabilirim; 90’ların politik iklimini anlayabilmek için bir adım geriye gitmek gerekir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası tüm Türkiye’de ilan edilen sıkıyönetim batıda yavaş yavaş kaldırılırken önce Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van’da, daha sonra da Adıyaman, Bitlis, Muş, Batman ve Şırnak’ta OHAL ilan edilir. 1987’de geniş yetkilerle donatılan OHAL Bölge Valiliği kurulur. Bazı iller 1978’den 2002 yılı sonuna kadar nerdeyse 23 yıl boyunca OHAL ile idare edilir.
OHAL bölgesinde dönemin başbakanı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ekibi tarafından “alan hakimiyeti ve PKK örgütünü bölgede barındırmama” konsepti ile özel bir güvenlik stratejisi uygulanmaya başlanır. Zorla yerinden etmeler, köy yakma ve boşaltmalar, zorla kaybetmeler, hukuk dışı infazlar gittikçe artar ve 90’lar Kürtler için böylece bir dehşet döneminin adı olarak hafızalara kazınır.
90’larda siyasal arka planda neler olup bittiğini Kürtlere yönelik bu ağır insan hakları ihlallerini mümkün kılan devlet içi dinamiklerin ne olduğunu bugün hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Bilinen bir şey varsa o da birçok açıdan çok karanlık bir zaman dilimi olduğu. Bir yandan zorla kaybetmeler, hukuk dışı infazlar 93 ve 94 yıllarında pik yaparken, öte yandan örneğin 93’te JGK Orgeneral Eşref Bitlis kuşkulu bir uçak kazasında öldü. Devlet Bakanı Adnan Kahveci kuşkulu bir trafik kazasında ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal da yine kuşkulu bulunan bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. Aynı yıllarda dönem politikalarına muhalif oldukları düşünülen Diyarbakır, Mardin, Tunceli Jandarma bölge komutanları da kuşkulu şekillerde yaşamlarını kaybettiler. 1996’da devlet-siyaset-mafya ilişkisini ortaya çıkaran Susurluk kazası yaşandı.
90’ların bütün bu karanlık yönlerini sadece insan hakları kuruluşları değil, TBMM Araştırma Komisyonu raporları, Başbakanlık Teftiş Kurulu ve MİT raporları ortaya koymasına rağmen hiçbir soruşturmada ileri gidilemedi.
Sonuçta 91-2001 arası 6 kez başbakan değişti. ANAP, Doğru Yol, Refah, DSP gibi dönemin dört büyük partisi iktidara geldi ama insan hakları kuruluşlarının ve baroların yoğun çabalarına rağmen, 90’ların karanlığı aydınlatılamadı, failler yargı önüne çıkarılamadı. Ecevit, Demirel gibi başbakanlık yapmış kişilerin kontrgerilla gibi derin yapılanmalara dikkat çeken açıklamaları da ortada kaldı.
Suçlar tekil değil sistematik ve yaygındı
90’larda insanlar evlerinden, işyerlerinden, güpegündüz, onlarca tanık ve delil varken gözaltına alınıp kaybedildi, sokak ortalarında infaz edildi.
Failler hakkındaki soruşturmalar ya hiç açılmadı, ya açılanlar zamanaşımına sürüklenerek sürüncemede bırakıldı. Deliller toplanmadı, tanıklar dinlenmedi.
Bütün bu olaylar on yıllar boyu yetkililerin bilgisi ve onayı olmaksızın gerçekleşemezdi fakat tüm göstergelere rağmen olayların planlı boyutu
yargı tarafından hiçbir zaman araştırılmadı.
TBMM’nin mesela 1995 tarihli Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporunda olduğu gibi, meclis raporlarında olaylar ve hatta şüphelilere dair bilgiler yer almasına rağmen soruşturmalar zamanaşımı kararlarıyla kapatıldı.
Döneme ait toplam 12 büyük yargılama yapıldı: JİTEM/Anter/ Öztürk davası, Cizre davası, Görümlü davası, Derik davası, Kızıltepe davası, Dargeçit davası, Lice davası, Kulp davası, Vartinis davası, Kızılağaç davası, Yüksekova davası, Ankara davası.[1]
İnsan hakları kuruluşları ve barolar olarak bu davaların yüzlerce celsesini izleyip dava evrakını, ilgili AYM ve AİHM kararlarını analiz ettik. Ulusal ve uluslararası hukuksal müdahalelerde bulunduk.[2]
Hepsinde ortak sanıklar, JİTEM gibi ortak karanlık yapıların izleri vardı, Benzer yöntemler kullanılmıştı ama ortak örüntüler araştırılmadı. [3]
Davalar, olaylar ve şüpheliler arasında irtibat kurulmadan sistematik ve yaygın boyut dikkate alınmadan yürütüldü. Olaylar tekil öldürme suçu olarak ele alındı. 765 s.eski TCK göre 20 yıllık zamanaşımı süresi sonunda sanıkların beraati veya zamanaşımı kararlarıyla sonuçlandırıldı.
Pek çoğunda idari izin engeliyle karşılaşıldı, failleri korumak, dolayısıyla yargılatmamak için her şey yapıldı. Sanıklar ağır suçlamalara rağmen tutuksuz yargılandılar, kahramanlaştırıldılar. Suçları meşrulaştırıcı savunmalar yapmalarına mahkemelerce göz yumuldu. Çoğunda AİHM kararları olmasına rağmen hiçbiri dikkate alınmadı.
Yargılamalar güvenlik gerekçesiyle uzak illere taşındı. Lice davası Diyarbakır’dan İzmir’e, Vartinis davası Muştan Kırıkkale’ye, Anter ve ana JİTEM davası Diyarbakır’dan Ankara’ya, Dargeçit davası Mardin’den Adıyaman’a, Temizöz davası Cizre’den Eskişehir’e nakledildi.
Mağdur yakınları adalet arayışında her bir celse için binlerce km. yol gidip gelmek zorunda kaldılar ve sonunda da sanıkların beraat ettirilişine tanık oldular, yaraları tekrar kanatıldı.
Geçmişle yüzleşme imkânı heba edildi
Oysa bu davaların hepsi geçmişle yüzleşme ve toplumsal uzlaşma bakımından büyük bir imkân içeriyordu. Ama olmadı yargılamalar hem sınırlı kaldı, hem aileler için ayrı bir işkenceye dönüştü.
Sonuçta 12 büyük toplumsal davada sanıkların tamamı beraat etti. Bozularak devam eden son birkaçı da o akıbete doğru gidiyor. Kürtlerle ilgili davalarda durum böyle…
Bir başka örnek Madımak katliamı. Her şey televizyonlardan naklen yayınlandı. Her şeyin nasıl ilerlediğini herkes gördü. Deliller açık, katliama katılanlar belli, şüpheliler belli, önlem almayanlar, olaylar başladıktan sonra müdahale etmeyen sorumlular belli, her şey belli. Her türlü delil var. Ama aynı engeller yine karşımızda, failler sanıklar yine korundu, yine kahramanlaştırıldı. Ve Alevi yurttaşlara, cemevlerine, ibadethanelere yönelen ardı arkası gelmeyen saldırılar devam etti.
Hepsi göstermelik yargılamalarla asıl sorumlular saptanmadan ve cezalandırılmadan kapatıldı.
Sürüncemede bırakma taktiği, davaları zamanaşımına sürükleme, failleri koruma kollama, infaz kanunlarıyla oynayarak serbest bırakma ve unutturma…
Hrant Dink davası için de bütün bu paternlerin aynısı geçerli. Cinayetten sonraki 10 yıl boyunca tek bir kamu görevlisi hakkında dava açılmadı. Sivillerin de çoğu beraat ettirildi. ‘Cinayetin arkasında bir örgüt var mıydı yok muydu?’ ile geçen, olayın bütününü aydınlatma arzusundan uzak yargılama sonunda çoğu kamu görevlisi 86 sanığın yargılanması mümkün olduysa da, gene davayı asıl sorumlulara dokunmadan sınırlı sayıda sanıkla bitirme çabasıyla karşılaşıldı. AYM, AİHM başvuruları… Hukuksal mücadele hâlâ devam ediyor.
Vaatler bir bir unutuldu
2000’li yılların başında önce AB tam üyelik müzakerelerinin sonra Kürt meselesinde çözüm sürecinin pozitif etkisiyle, çok kısa bir dönem bir yüzleşme diskuru tutturuldu ve cezasızlığı bitirme tartışması gündeme geldi. Referandum döneminde askeri vesayeti sonlandırma, darbelerle yüzleşme, darbecileri mahkum etme gibi vaatlerde bulunuldu. Sonra o vaatlerin hepsi bir bir unutuldu.
Masa devrildi, Kürt meselesinde barış görüşmeleri sona erdi, askeri yöntemlere geri dönüldü.
Ergenekon davalarında suçluyla suçsuzun birbirine karıştırıldığı, usul problemleriyle bulanıklaştırılmış davalar tek tek kapatıldı.
‘80 askeri darbesinin iki darbeci generalinin davası zamana yayılarak adeta ölmeleri beklendi ve zamanaşımı ve ölüm nedeniyle düşme kararı verildi. Darbe sonrası yüzbinlerce insana yüzlerce devlet binasında 90 gün boyunca işkence yapan sanki sadece bu iki generalmiş gibi, başka tek bir kişiye tek bir dava açılmadı. Referandum sonrası dönemin işkence mağdurları ve kayıp ailelerinin, Cumartesi İnsanlarının suç duyuruları hakkında da birer birer kovuşturmasızlık kararları verildi.
Ne 80’lerde ne 90’larda hiçbirimiz perdenin arkasında ne olduğunu öğrenemedik.
Sınırlı yargılamalarla sınırlı sayıda sanık cezalandırılarak dosyalar kapatıldı. Kimse derine gitmek istemedi ya da cesaret edemedi.
Bu sınırlama paterni hangi döneme bakarsak bakalım, cezasızlıkla sonuçlanan bütün davalarda gördüğümüz en temel özellik…
Ortak zırh: Cezasızlık
Dikkat edilirse bütün Avrupa Konseyi ve BM metinlerinde cezasızlıktan söz edildiğinde altı çizilen hep devletin sorumluluğu. Yani failleri bulmayan, yargılamayan, cezalandırmayan devletin sorumluluğu…
Fakat cezasızlık dediğimiz şey sadece siyasal muhaliflere ilişkin yargılamalarla ortaya çıkmıyor ve sadece biz hukukçuların “devletin negatif yükümlülükleri” olarak tanımladığımız öldürmeme, infaz etmeme, zorla kaybetmeme gibi sorumluklarını ihlal ettiği durumlarda görülmüyor.
Devletin korumama, önlem almama, zihniyeti değiştirmeme gibi pozitif yükümlülüklerini ihlal ettiği yargısal süreçlerde de aynı yoğunlukta ortaya çıkıyor.
Çünkü demokratik değerlerin yerleşmediği, sınıfsal asimetrinin yüksek, ırkçı, homofobik pratiklerin, patriarkal hegemonyanın güçlü olduğu bizimki gibi ülkelerde yasama, yürütme ve yargı mensuplarının içinde şekillendiği habitat, bu alanlara dair ihlallerin de mazur görülmesine sebep olan bir tutum yaratıyor.
O nedenle Kürt, Alevi, gayrimüslim yurttaşlara ve kurumlarına yönelik ırkçı saldırılarda, kadın, çocuk veya lgbti+ bireylere yönelik nefret söylemi ve nefret suçlarında da mağdurların değil, faillerin korunup kollandığı, suçların örtbas edildiği muazzam bir cezasızlık zırhı görüyoruz.
Altını çizmek istediğim bir başka şey de cezasızlık politikalarının Türkiye’de çok köklü, tüm zamanlara yayılan devletin yapısal kodlarına ilişkin ve ideolojiler üstü bir durum olması. İktidarlar değişiyor ama cezasızlık politikaları değişmiyor.
Sessiz mutabakat
Şöyle bir geriye gidersek, Türkiye, cılız demokrasisi neredeyse her 10 yılda bir klasik ya da post modern darbelerle tarumar edilen bir ülke.
1915’ten başlayarak, pogromlar, Dersim, 6-7 Eylül olayları, 70’lerde 1 Mayıs, Sivas, Maraş, Çorum katliamları, 80 askeri darbesi, sonra 90’lar ve 2000’ler… Bugüne kadar yüzleşilmemiş, aydınlatılmamış büyük karanlık dönem var ve her bir cezasızlık dönemi sonrakine davetiye çıkardı.
Mesela hatırlanacaktır, Özel Harp Dairesi Eski Başkanı ve MGK Eski Sekreteri Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu 1991 yılında bir röportajında “6-7 Eylül bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi” demişti. 2010’da da “Özel harpte bir kural vardır, halkın mukavemetini arttırmak için düşman yapmış gibi gösterirsin. Bazı değerlere sabotaj yapılır, cami yakılır mesela” diyordu. Sayısız gazetede haber oldu.
Dünyanın birçok yerinde böyle bir açıklama sonrasında yer yerinden oynar, yargı devreye girer, görünürde de olsa sorumluların hesap vermesi sağlanırdı. Türkiye’de hiçbir şey olmadı.
Makbul olan ve olmayan vatandaşlar, ulus devlet inşa sürecindeki sorunlu politikalarla öylesine ayrıştırıldı ki, makbul olmayanlara Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Alevilere, Kürtlere yapılanlar sessiz bir mutabakatla karşılandı.
Ötekilere, azınlıklara, kadınlara yapılanlar sessizlikle karşılandıkça ihlaller de çocuklara, lgti+bireylere yönelik nefret suçlarına, çevre alanına, iş cinayetleri davalarına kadar her yere yayıldı.
Devletin cezasızlık araçları ve repertuvarı gerçekten çok geniş. Bir yöntem olmazsa, diğeri.
Davayı belli bir kapsamda tutma çabası, sadece ismi öne çıkan kişileri cezalandırarak görünüşü kurtarmak…
Buzdağının görünmeyen kısmının dokunulmazlığı
Asıl sorumlular neticede hiçbir zaman yargılanamıyor, olaylara ilişkin hakikatler ve örüntüler ucu kime dokunursa dokunsun hiçbir zaman bütünüyle ortaya çıkarılmıyor.
Bugünlerde her şeyin ve tüm zamanlardaki suçların sorumlusunun ‘Fethullahçı Terör Örgütü’ olarak tanımlanan yapılanma olduğuna inanmamız bekleniyor.
Bu yapının karıştığı ihlaller, işlediği suçlar elbette yargılanmalı ama biz insan hakları savunucuları meselenin ve sorumluluğun bu yapıyla sınırlı olmadığını biliyoruz. Tüm zamanlara yayılan cezasızlık politikalarının kaynağını ve bütün görünümlerini de.
Resmî hafızaya karşı alternatif hafıza
Devletin cezasızlığı sonlandırma sorumluğu uluslararası düzenlemelerde her zaman dört temel hak alanı ile ilişkilendiriliyor.
Adalet hakkı bunlardan ilki. Mağdurların çektiği acıların resmî makamlarca ve mahkemeler tarafından tespit ve kabul edilmesinin, inkârın sonlandırılmasının, cezalandırıcı ve onarıcı adalet mekanizmalarının birlikte çalıştırılmasının önemine işaret ediyor.
İkincisi, hakikati bilme hakkı, yani mağdurların kendi başlarına ya da sevdiklerinin başına gelenlerin neden, nerde, nasıl, kimlerin verdiği emir ve talimatlar kapsamında, hangi şartlar altında gerçekleştiğine dair hakikati bilme hakkına işaret ediyor.
Üçüncüsü, mağdurlara uygun giderim ve tazminata sahip olması gerektiğine, dördüncüsü de yasal reformlardan eğitim politikalarındaki ya da zihniyet değişikliği yaratacak sosyal ve kültürel politikalara kadar tekrarlanmama garantisi sağlayacak her türlü önlemin alınması sorumluluğuna.
Yaşanan gerçekliğin resmî otoriteler tarafından inkâr edilmesi ve yargının ve toplumun bu inkârın bir parçası olması mağdurlarda büyük bir umutsuzluk, yalnızlık, insanlığın zaman içinde oluşturduğu ortak değerlere büyük bir güvensizlik yaratıyor.
Ve bu durum sadece mağdurları değil hepimizi ilgilendiriyor, çünkü cezasızlık gittikçe her alana yayılan büyük bir kirlenme ve yozlaşma yaratıyor.
Ağır insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda yüzleşme ve cezasızlıkla mücadele bu nedenle hak savunucuları için bir haysiyet mücadelesidir.
Burada ve dünyanın her yerinde, inkâr ve unutturma politikalarına karşı hatırlama ve hatırlatma, resmî hafızaya karşı alternatif hafızamızı oluşturma mücadelesi…
[1] https://www.failibelli.org/
[2] https://hakikatadalethafiza.org/yayinlar/1990li-yillardaki-agir-insan-haklari-ihlallerinde-cezasizlik-sorunu-kovusturma-sureci
[3] https://kisadalga.net/podcast/detay/podcast-ilhan-cihaner-paramiliter-yapilar- 55267
*Hafıza Merkezi Program Direktörü