Röportaj: ZELAL SAHİDENUR SARİ
Aşiretler en genel geçer şekliyle, gerçek ya da gerçek olduğu varsayılan ortak bir “ata”ya dayanan ve akrabalık temelinde örgütlenmiş, toprağa dayalı ekonomik bütünlüğü olan, kendine özgü bir iç yapıya sahip toplum birimi olarak tanımlanır. Kürt kimliği ile olan bağlamlarından dolayı Türkiye’de aşiretler konusu sıklıkla asimilasyon, ulusal bilinç, sömürge, anadil sorunu, milliyetçilik, vb. başlık ve tartışmaların da konusu oldu. Bu başlıkların ötesinde, aşiretlerin sosyal yaşamı ve ekonomik ilişkileri gibi birçok mesele çok az sayıda sosyal bilimci tarafından yerinden incelendi. Bu sosyal bilimcilerden biri olan Lale Yalçın-Heckmann, 1980-1982 yılları arasında Hakkari’nin Oramar bölgesinde bulunan Sîsîn köyünde kalıp antropolojik çalışmalar yaptı. Güçlü akrabalık ilişki ve ideolojisiyle içiçe yaşayan Türkiye Kürtleri için aşiret ve aşiret kültürünün, aşiret ideolojisinin ve aşiretsel örgütlenmenin ne anlama geldiğini gözlemleyip sonuçlar çıkardı Heckmann.
1980 darbesini de Sîsîn’de yaşamış olan Heckmann, orada yaptığı çalışmalarını daha sonra “Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri” başlıklı kitabında topladı.
Heckmann ile söz konusu çalışmasının odağına aldığı aşiretleri, gündelik yaşamını, o yıllarda karşılaştığı ilginç olayları ve edindiği deneyimleri konuştuk.
Öncelikle çalışmanızın merkezine aldığınız “aşiret” kavramından başlamak istiyorum. Kavramı çözümlemeye dair feodalizm ve cemaat başta olmak üzere birçok yaklaşım söz konusu. Size göre aşiret nedir?
Güncel sosyal bilimlerde en çok fikir birliğine varılmış bir tanımdan söz edeceğim: Aşiret, genelde hangi atadan geldiği konusunda mitolojik bir hikâye anlatılan ve belirli bir soy-kökten gelmekle ilgili bir toplum birimidir. Aşirette akrabalık ilişkileri oldukça önemlidir.
Daha önce Orta Doğu’da ve Türkiye’de, aşiretler ile yarı göçerliliğin aynı şey olduğu üzerine bir fikir ve kavram kargaşası yaşanmıştı. Bunu eleştiren çok sayıda sosyal bilimci de oldu. Çünkü, göçer ya da yarı göçer toplumlar aşiret olabilirler ama aşiret için ön şart değildirler.
Aşiretler ve feodalizm kavramları ise daha çok 70’lerde ve 80’lerde birlikte konuşuluyordu. Feodalizm ile alakası olduğu da tartışmalı aslında. Çünkü feodalizmin olmadığı yerlerde de aşiret yapısı görülebiliyor. Aynı zamanda feodal Avrupa’da da aşiretler yerine klana benzer farklı yapılar görülüyor. O nedenle feodalizm de bu meseleyi anlamamıza yeterli değil bence.
Post-kolonyal yaklaşımla bakanlar ise aşireti kolonyal sistemin ürettiği bir kurgu olarak ifade ediyorlar. Bu yaklaşıma ek olarak, aşiretin, kolonyal devletlerin böl ve yönet sisteminin bir parçası olduğu da söylendi. Oysa kolonyal sistemler olmadan evvel de aşiretler vardı ve belki de kolonyal sistemle beraber değişime uğradı.
Son süreçte “Aşiretler bitti mi?” tartışması yapılıyor. Özellikle politik söylem içerisinde aşiret, aşiretçilik belirli siyasal kavramların bir parçası olarak da görüldü. Aşiretçilik bir ideoloji gibi görüldü ama bence öyle değil. Siyasi otoriteler tarafından manipüle edildiği zaman belki ideolojik yönleri olabiliyor belki ama tabanda yani halk düzeyinde aşiret bağları geniş bir akrabalık bağıdır diyebilirim. Ki akrabalık bağları da değişmez bir sistem ya da kurum değil. Bu bağlar da çözülebiliyor. Çünkü bu bağlar, yer ve zamana göre aktive edilebilen bağlardır. Aşiretler de değişime oldukça açıktır. Her zaman var olacaktır demek de mümkün değildir. Son yıllarda gözlemleyebildiğim, aşiretlerin hâlâ bazı yönleriyle insanlar için anlamlı olduğu ve onlara kendini bir cemaat olarak hissetme imkânı verebildiğidir.
Çalışma alanı olarak neden Hakkari’yi tercih etmiştiniz?
Kürtlerle ilgili, ilgim ve bilgim bu çalışmanın çok öncesine dayanıyordu. 1974-1975 yıllarında Amerika’dayken, Mela Mustafa Barzanî orada bir hastanede tedavi görüyordu. O dönem Amerikan gazeteleri çok yoğun bir şekilde Irak Kürtlerinin ve Barzanî hareketinin haberlerini yazıyorlardı. Onlarla ilgili çok detaylı bilgiler ve analizler yayınlanıyordu.
Üniversite yıllarında ise Engin Akarlı’dan, Osmanlı’daki milliyetçilik hareketleri üzerine tarih dersi almıştım. Kürt milliyetçiliği konusunu almıştım. Derste konuşulanlardan aklımda kalan ise İsmail Beşikçi’nin çalışmasıydı. Beşikçi henüz hapsedilmemişti ama hakkında davalar başlamıştı. O konuşmalarda Beşikçi’nin, aslında Türkiye devletini tehdit edecek bir bulgusunun olmadığı, Alikan Aşireti çalışmasında insanların Kürtçe radyo yayını, okullarda Kürtçe dil eğitimi gibi taleplerinin olduğunu ve bunların devlet açısından olumlu bir şey olarak görülebileceği söylenmişti. Konuya ilgim bu şekilde başladı.
Kürt milliyetçiliği üzerine çalışmayı istiyordum. İngiltere’ye doktora için gittiğimde milliyetçilik konusunda çok tanınmış bir hoca olan Ernest Gellner ile çalıştım. Bahsettiğimde o da ilgi duydu. 1978-1979 yıllarında Türkiye’de gerilim ve çatışmaların yoğun olduğu bir ortamda çalışma alanımı belirlerken sakin bir yer olmasını istedim. Hakkari’nin sakin olduğunu düşündüm. Aslında öyleydi de. Bir de o zamanlar dağcılık yapıyordum. O yüzden dağlık bir yere gitmek istemiştim.
Hakkari’ye ilk gittiğimde yöredeki dağcılardan birinin evinde kaldım. 3-4 aylık bir süre Hakkari’de kalabileceğim bir köy aradım. Oramarî Bölgesi’nde bulduğum Sîsîn köyünü tesadüfen bulmuştum. O zaman benim için önemli olan kimin beni kabul edeceğiydi. Çünkü insanların benimle ilgili hiçbir fikirleri yoktu. Tek başına genç bir kadın gelmiş, bizden ne istiyor diye düşünüyorlardı.
Sahada çalıştığınız yılları aslında devlet baskısının yoğun olduğu bir dönem olarak değerlendiriyoruz. Sizin gözlemleriniz neydi?
Bu devlet baskısı meselesi aslında ilginç. Çünkü o dönem bulunduğum dağ köyünde devlet baskısı aşağı yukarı hiç yoktu. Bugünle karşılaştırırsam tamamen farklı bir ortamdı. Köyde okul yoktu ama camii vardı. Minaresi olmayan bir camii ve imamı Iraklı bir mülteciydi. Devlet görevlileri ise aşağı yukarı köye hiç gelmezdi. 1980 darbesinden sonra bu durum biraz değişti. Ben 1980 darbesinde köydeydim. O tarihten sonra oraya mülkî amir olarak bir yüzbaşı atanmıştı. O da dağcıydı ve köyün yakınlarında bir zirve vardı. Oraya gitmek için gelmişti köye. O zaman ilk defa bir askerin evlere geldiğini gördüm. Askerler geldiğinde çocuklar kaçışmaya başladı. Daha önce Kürt bölgelerinde yaşamadığım için onların hafızalarında Türk askerinin korkulabilecek bir unsur olduğunu bilmiyordum. Ama askerler arasında seçim yaparlardı. Aralarında Kürt var mı yok mu diye bakarlardı. Onlara yakın davranan askerler ile ilgili de her zaman akıllarında bir şüphe vardı. İnsani ilişkiler o zaman çok daha önemliydi. Mesela ben, o bölgeye kolonyal devletin geldiğini son yıllarda gittiğimde gördüm. Şimdi inanılmaz bir teknoloji ile donatılmış askeri noktalar, kalekollar var.
Hakkari sahasında çalıştığınız dönemdeki ticari işler sosyal yaşama nasıl yansıyordu?
Oramar, benim kaldığım köyden daha büyük bir köydü ve bucak merkeziydi. Orada bir tane karakol vardı. Kışın yollar kapandığında askerler mahsur kalırlardı ve tamamen köylülerin kendilerine verecekleri desteğe bağlıydılar. Bu ilişki çok farklıydı. Benim kaldığım köyün ise yolu yoktu. Yolun bittiği noktadan köye, patika bir dağ yolundan ulaşıyorduk. O dönem sınır ticareti çok önemliydi ve lüks denilebilecek (çay, pirinç, tütün, kiras-fistan kumaşları vb.) bütün ürünler Irak’tan gelirdi. Bir de o zamanlar Irak’a satmak için hayvan götürülürdü. Daha iyi para getiriyor diye. Yani ticari ilişkiler Türkiye pazarı içerisinde değildi. Tabii sınır bölgesindeki askerler de bunu bilirdi. Bu nedenle ne zaman olduğu pek belli olmayan bir sistemle arada sırada sınırdan geçenleri tutar arada sırada da bırakırlardı. Askerler o zaman halktan yardım aldıkları için daha esnektiler.
Hakkari’de bulunduğunuz yer, o dönem açısından kentle teması az olan bir bölge. Dönemin koşullarını göz önünde bulundurursak evlilik stratejileri ile ilintili olarak sizce kadının aşiretteki rolü neydi?
Bulunduğum köyün ekonomik hayatı çok başçıldı. Yarı göçer oldukları için temel işleri hayvancılıktı. İnekten ziyade, gelir kaynağı koyun ve keçiydi. Tarla sürmek için öküz, taşıma işi için de katır kullanılıyordu. O dönem kadınların çalışma koşulları çok yoğundu. Hayvancılıkla ilgili işlerin çoğunu kadınlar yapardı. Berî’ye gitmek, süt sağmak, ot taşımak gibi işlerin yanı sıra evin gündelik işlerini ve çocukların bakımını da üstlenmişlerdi. Çok ağır işlerdi. Bölge sarp kayalıklardan oluştuğu için kızak kullanılamıyordu. Erkeklerin mayıs ayında aşağıdan yukarıya doğru biçtiği otlar zirvede dîh yapılırdı ve kurumasının ardından o zirveden aşağı taşınırdı. Bu işi erkeklerle birlikte 18-32 yaş arası genç kadınlar yapardı. Kadınlar, her bakımdan ekonomik hayata katkı sağlıyordu. Bu kadınların daha çok sömürülmesi anlamı taşıyor ama bu işler bir yandan onlara büyük güç de katıyordu. Hatta şöyle sosyolojik bir faktör de vardı. Hanenin iş yükü evdeki kadın sayısına göre planlanır ve hesaplanırdı. Evdeki genç kızlar, eve gelin gelmeden evlendirilmezdi. Şimdi, “Bunları yapmak istemeyen kadına ne yapılırdı?” şeklinde bir düşünce de oluşabilir ama enteresan bir şekilde işi yapmak istemeyen kadın yoktu ve bu onların arasında bir rekabet meselesiydi. Kim daha güçlü, kim daha çabuk süt sağar, kim hızlı koşar, kim daha güzel ekmek pişirir gibi bir kıyas söz konusuydu.
Kadınlar, bu iş yüküyle doğru orantılı bir şekilde söz hakkına da sahip miydi peki?
Kadınlar arasında iş bölümü hiyerarşiye bağlıydı. Evin en yaşlı hanımı, malxî deniyordu o zaman, iş paylaşımını o yapardı ve bunlar işin değerine göre bir hiyerarşiye sahipti. Ekmek pişirmek önemliydi, sembolik bir önemi de vardı. En sevilen, sayılan ve becerikli kadın yapardı bunu. Yine etin paylaştırılması, pişirilmesi de önemliydi ve bunu da yine evin en yaşlı kadını yapardı. Örneğin; hane içerisinde gelin ve kayınvalide arasında anlaşmazlık yaşandığında gelin işten çekilerek ya da babasının evine giderek bir protesto imkânına sahipti. Bu sadece gelinin işe katılımıyla değil aşiret içindeki konumu ile de ilgiliydi. Aşiret içerisinde belirli sülaleler daha saygın bir konuma sahipti. Eğer gelin saygın bir sülaleden geliyorsa ona karşı fazla taciz olmazdı. Çünkü böyle bir şey olduğunda gelin, şikâyet edebilir ve aşiretler arasında bir protesto durumu oluşabilirdi.
Aşiretlerin kendisine aidiyeti olan kadını koruyan bir rolü mü vardı yani?
Kesinlikle. Orada olduğum zamanlar çok kız kaçırma olayları olurdu. Rızaya dayalı olanlar da vardı ama çoğunluğu zorlaydı. Benim hakkımda da söylentiler çıkarılmıştı ve bana “Seni de kaçıracaklar” diyorlardı. Bayağı korkmuştum. Genelde kız kaçırma olaylarında abdest düşme, erkeğin eli değmesi gibi kodlar vardı. Bir kadın kaçırılmışsa “namusuna leke gelmiştir” gibi düşünülür ya genelde, orada durum biraz farklıydı. Eğer kızın ailesinde saygın kişiler varsa ve anne-baba bu evliliğe razı değilse hiçbir problem olmadan kızını geri alabilirdi. Yani saygınlıktan kaynaklı statü farkları kadınların kaçırılması konusunda da esnek yorumlara imkân veriyordu.
Sahada 18 aylık bir süre geçirdiğinizi biliyoruz. Çalışmanız açısından bu süre yeterli miydi ve bu süre içerisinde sadece Hakkari penceresinden Kürtlerin aşiret ve akrabalık ilişkilerini değerlendirmekte zorlandınız mı?
Aşiretlerle ilgili değerlendirmeci ve analitik bir söylem için aslında bize ne kadar bilginin yeterli olduğu durumuyla alakalı bir değerlendirme bu. Aşiretler, benim baktığım dönemden sonra da değişikler geçirdi ama ben o zaman aşiretler üzerine söylenen literatüre küçük de olsa bir katkı yaptığımı düşünüyorum ve bu katkımla şöyle bir noktayı vurgulamaya çalıştım:
O zamana kadar Türkiye’de, Kürtlerle ilgili hep “feodal bir yapıdır, aşiret ağaları vardır, bu ağa baskı yapar ve aşiret üyelerini sömürür, aşiret ağaları toprak sahibidirler, toprak ağası aşiret ağası olur…” vb. şeklindeydi. Benim baktığım çerçevede ise belki yarı göçerlikle alakalı belki de hayvancılığın hâkim olmasıyla ilgili, aşiretin başka türlü bir yapısının olabileceği yaklaşımı vardı. Aşiretin, arazinin idare edilmesi ile ilgili rolü üzerine epey düşündüm. Çünkü tarihsel süreçte aşiretler üzerine kodlanan bir takım mera yerleri vardı. Meralar önemliydi, çünkü temel ekonomi hayvancılıktı. Meralar ve ot kesme yerleri aşiretlerin isimleri ile anılır, babadan oğula miras olarak kalırdı. Böyle bir sistem içerisinde toprağa sahip aşiret ağalığı çok da önemli değildi. Ama aşiret ağası, siyasi otorite açısından önem arz ediyordu tabi. Kimseden herhangi bir para ve bağış toplamıyorlardı. Karar verme mekanizmalarında rîspî denilen aksakallı ya da mezin denilen kişiler vardı. Bunlar aşiret içerisinde bir denge kurmak için çabalıyorlardı ve kendi aralarında demokratik denebilecek bir sisteme sahiptiler. Hatta bir söylentiye göre, tarihsel süreçte aşiret üyeleri, kendi ağalarını kendileri seçiyormuş. Benim gözlemlediğim dönemde de hakikaten aşiret ağaları seçilmiş kişilerdi. Bu, o zamanki genel söylemlerden farklı bir şeydi. Benim de bu konuda böyle bir katkım oldu diyebilirim. Ama aşiretle ilgili her şeyi söyledim, son noktayı koydum gibi bir iddiam hiçbir zaman olmadı. Her zaman ekonomik yapı ile tarihsel oluşumlar, coğrafi ve demografik şartlar arasında bir bağlantıyı dile getirip vurgulamaya çalıştım.
Bu noktaya kadar sıklıkla aile ve aşiret büyüklerinden söz ettik ama Kürtlerde aşiret ve akrabalık ilişkileri adlı kitabınızı “Oramarî” gençlere armağan etmişsiniz. Biraz da bunun üzerine konuşmak isterim. Oramarî gençlerle aranızda bu sürede nasıl bir diyalog gelişti?
Gençlerden yana çok ümitliyim. İnanılmaz bir değişmenin içerisindeler kırk yıldır. Avrupa’da yaşadığım için bunları söylediğimde herkes biraz şaşırıyor. Avrupa’da değişim çok daha uzun bir zaman dilimi içerisinde düşünülürken bu Türkiye’de hızlı, hatta Kürt bölgelerinde daha da hızlı ilerliyor. İktisadi anlamda inanılmaz değişiklikler var. Gençlerle son 10-15 yıldır epey temasım oldu. Gençlerin değişimi ilgimi çekiyor. Şu an onlarla oraya beni ziyarete gelen bir İngiliz kadın fotoğrafçı arkadaşımın çektiği fotoğrafları paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü o döneme dair ellerinde hiçbir görsel belge yok. Zaman zaman gençler sayesinde aileleriyle de kısıtlı Kürtçemle konuşup sohbet ediyorum. Benim orada olduğum kuşağın aksine gençlerin Türkçeleri çok çok iyi şimdi.
Hakkari’de bulunduğunuz dönemde karşılaştığınız ve etkilendiğiniz bir olayın ya da bir geleneğin hikâyesini dinlemek isterim.
Çok hikâyem var aslında ama birini paylaşabilirim. Köye ilk yerleştiğim zaman bir kız kaçırma olayı olmuştu. Evli bir adam nişanlı bir genç kızı kaçırmıştı ve o kadının nişanlısına da aralarında bir çatışma olmasın diye kendi 14 yaşındaki kızını vermişti. Bunu duyduğum da çok ağrıma gitmişti. O zaman biraz da feministtim. Hatta Türkçe bilen Kürt erkekler arasında kızgınlığımı belli edecek ağır cümleler de söylemiştim ama kimse tepki vermemişti. Sonradan oradaki erkeklerin hepsinin eşlerini kaçırdıklarını öğrenmiştim!
Hakkari’ye sonradan yine gittiğinizi biliyoruz. Çalıştığınız dönemden bu yana Hakkari’deki toplumsal yaşamda en belirgin değişikler nelerdi?
Söylediğim gibi, aşireti bir arada tutan üretim tarzı aşağı yukarı kayboldu. Hâlâ yaylalara gidebilen ve hayvancılıkla uğraşan aileler var ama son gittiğimde, 40-50 yaşlarındaki kadın ve erkek grubu hayvancılıkla uğraşmayı göze alan son grup. Bundan sonra ne süt sağmaya gidecek kadın ne de çobanlık yapmaya ve hayvan tutmaya razı olacak erkek var artık. O yüzden hayvancılığın orada tamamen yok olmasa bile form değiştirebileceğini düşünüyorum. Benim kaldığım köy 1994 yılında göçürüldü. 1994 yılından beridir o köyde kimse yaşamıyor. Dolayısıyla daha önce hayvancılığın yapıldığı meralar da henüz tam kullanıma açılmış değiller. 2013 yılında, çözüm sürecinden kaynaklı, kadınlar berî’ye gidebiliyorlardı, zoma alanları kullanılabiliyordu ama köye bir daha geri dönüş olmadı. Meraların tamamen kullanıma açılması ise askeri ve siyasi duruma bağlı meseleler, o yüzden bir şey söylemek çok zor.
“Bütün bunlar geçerse yeniden köyünüze döner misiniz?” diye insanlara sorduğumda, “yazın kalırız ama kışın kalmayız” diyorlar. Değişimden geçtiler tabi ve birçok kişi şehirli oldu. Eğer köylerde yeniden yaşanacaksa ekonominin çok başka bir temelde kurulması gerekiyor.
“Şimdi bütün bu değişim içerisinde aşiret ne kadar kalır?” sorusunun cevabı bende yok. Aşiretli olmanın Kürt kimliği ile ilgili bir bağı da var, bunu unutmamak lazım ama belki bir hafıza olarak da kalabilir. Aşiretine bağlı bir insan kendini daha çok Kürt görebilir ama başka yerlerde yaşıyorsa Kürt olmaktan da aşiretten de vazgeçebilir. Ama hâlâ aşiret ve Kürt kimliği arasında bir bağ söz konusu bence.