Tarihin hesap defterine çentik: ÖZAK DİRENİŞİNİN DEĞİŞTİRDİKLERİ

SEVDA KARACA

Urfa Organize Sanayi Bölgesi’nin göbeğinde kurulu Özak Tekstil fabrikasında çalışan 500 işçinin 27 Kasım günü başlattıkları direniş, bu yazı yazılırken 30. gününü devirdi. İnsan topluluklarının sade kol gücü ve kolektif emekle yarattığı tapınakların, yerleşik yaşama geçişinin kadim kentlerinden biri olan Urfa, bölgede emeğin hakları ve insanca çalışma koşulları için mücadeleci bir sendikal anlayışın yerleşik hale gelebilmesi için verilen dişe diş mücadelenin havzası oldu.

Türkiye kapitalizminde ihracat ve üretim açısından emek yoğun sektörler cehennemine dönüştürülen, Kürt sorununda çözümsüzlüğün yarattığı çok yönlü sorunların gündelik hayatın her veçhesinde hissedildiği çok kritik bir işçi havzasında verilen bu zorlu mücadele, insanlığın kolektif hafızasını değiştiren insan emeğinin yaratımlarıyla tarihin hesap defterinde çentik atılan bu kadim kentte, emek mücadelesi açısından da bir çentik atılmasını sağladı.

Özak Tekstil, ucuz emek gücü pazarı haline getirilen bölgede aldığı devlet teşvikleriyle semirip güçlenen,  özellikle kadın işçiler için sınırlı olan iş olanaklarından biri olarak görüldüğü için kadın emeği sömürüsü ile palazlanan, Levi’s gibi ünlü markalara üretim yaparken bu markaların kendilerini aklamak için başvurduğu “işçilerin örgütlenme hakkının tanınması” gereğince Öz İplik-İş sendikasıyla kol kola vererek işçileri insanlık dışı koşullarda çalıştıran fabrikalardan biri. Özak, biri İstanbul’da, diğerleri Malatya ve Urfa’da kurulu bulunan tekstil fabrikaları dışında gayrimenkul ve yatırım şirketleriyle de büyük bir sermaye grubu. Turizm alanındaki yatırımlarıyla, Erdoğan ailesinin tatillerini geçirdiği altın havuzlarıyla ünlü muhafazakar otelciliğin konsept yaratıcısı Özak, iktidar partisi ile ilişkileri açısından da bilinen bir aile.

Böylesi bir gücün karşısında Özak işçileri, patronla kol kola girerek işçilere kölelik düzeni kurulmasına aparat olan Öz İplik-İş sendikasından kurtulmak için iki kere girişimde bulunmuş, bu mücadeleden öğrendikleri deneyimlerle Birleşik Tekstil ve Dokuma İşçileri Sendikası’yla (BİRTEK-SEN) buluşarak fabrika içinde örgütlülüklerini güçlendirmiş, sendika değiştirme sürecinde ağır baskı ve eziyetle karşı karşıya kalıp, bir kadın işçinin de işten atılması ile dolu bardak taşınca, fabrika dışına taşan direnişin içinde kendilerini bulmuştu.

BİRTEK-SEN daha en baştan bu sürecin kolay olmayacağı bilgisini paylaşmıştı işçilerle. Ama, 1 ay içinde yaşadıkları her şey, “zor”un nasıl bir devlet zoru, sermaye zoru ve politik bir “zor” olduğunu alenen ortaya serdi. Bütün bu süreçte, işçilerin tek tek kendilerine dair algıları, birbirlerine dair değerlendirmeleri, devletin, iktidarın tüm aygıtlarıyla algılanışına dair fikirleri, güne ve gündeme dair fikirleri değişti.

‘Ben artık eski ben değilim’

Direnişin omurgası, henüz 30’larını aşmamış kadın işçiler. Çoğunluğu genç, başörtülü kadınlar, muhafazakar ailelerinin tüm “yapma, etme!” uyarılarına karşılık, karşılığında ağır bir şiddetle karşı karşıya kalma riskine rağmen direnişin ilk günlerinden itibaren en önde yer aldılar. Gazlandılar, joplandılar, gözaltına alındılar. Bunları kadın olarak yaşamanın, erkek olarak yaşamaktan farkı vardı elbette, ağır bir çevre ve aile baskısıyla birlikte göğüslemek zorunda kaldılar bu şiddeti. Ailelerini de bu direnişe ikna etme yükünü bazen kadın dayanışmasıyla, bazen de sendika ve vekil desteğiyle aşmaya çalıştılar.

Direnişin üçüncü günü, “Bu evin kapısından çıkmayacaksın” diyen babasına, “Gerekirse pencereden atlayıp çıkacağım” diye cevap veren S., akrabalık bağları da olan işçi kadınların desteğiyle, servis şoförlüğü yapan babasını sabahları işçileri direniş alanına götürmeye ikna edişini şöyle anlatmıştı: “Dedim baba bu benim insanlık mücadelem, haysiyet mücadelem. Biz hep birlikte çıktık bu yola, şimdi bana bizi sattı S. mi desinler? Ben haysiyetimi üç kuruşa satamam…”

Sevda Karaca, Özak Tekstil direnişinde kadın işçilerle…

Kadın işçilerin yer aldığı whatsapp grubunda ailesinin kendisine baskı yaptığını, o nedenle sabah direniş alanına gelemeyeceğini söyleyen bir kadına ard arda yanıt yazıldı. Bir tanesi şöyleydi: “90’larda mı yaşıyoruz ya, artık değişsin bir şeyler, köle miyiz biz, eve tasmayla bağlı köpek miyiz, insanız biz insanız. Sen de azıcık diret, insanlığına sahip çık ya… Hep ezilen biz mi olacağız. Kadınız diye hakkımızı arayamayacak mıyız?”

Direnişin ilk günlerinde, içeride çalışmaya devam eden az sayıdaki kadın işçinin büyük çoğunluğunun çocuklarına tek başına bakmak zorunda kalan kadınlar olduğu gerçeğini, direnişteki kadınlar anlatmıştı: “Kolay değil, destekleri yok, laf söz edenleri çok…”

Laf söz eden sadece eş, dost, akraba değil. Urfa gibi muhafazakar bir kentte, kadınlar üzerinde özel bir baskı ve korku yaratmak için fabrika müdüründen jandarma komutanına, tarikat şeyhinden muhtarına herkesin kadınların ailelerini arayarak “Sonu kötü olur” lafı etmesi önemli bir gösterge. Söz konusu olan kadınların direnişi olunca, ataerkil ideolojinin hane içiyle sınırlı kalmayıp esas olarak sınıf mücadelesinde de kapitalistler lehine kullanışlı bir ideoloji olduğu gerçeği Özak direnişiyle bir kere daha faş oldu. Üstelik bu durum, işçilerin kendilerinin ve ailelerinin hangi partiye oy verdiğinden bağımsız olarak yaşadıkları bir gerçeklikti.

Kadın işçiler bu süreçte her gün direniş alanına gelmek için, röportajlarda konuşmak için, Ankara’ya gitmek, şehir merkezindeki açıklamaya katılmak için verdikleri iki kat mücadeleden iki kat öğrenerek çıktılar. A.’nın dediği gibi “Bu direniş nasıl biterse bitsin ben artık eski ben değilim.”  

Değişen ‘tarafsız devlet’ algısı

Direnişin ilk günlerinde, özellikle AKP’li işçiler, devletin “tarafsızlığı” ile bu mücadelede özgün bir yer tutacağını, yaşananlar karşısında “haklı olanın” yani kendilerinin yanında olacağını düşünüyorlardı. Ancak bu fikir devletin tüm aygıtlarıyla Özak patronunun arkasında, işçilerin karşısında konumlanmasının şiddet dolu örnekleri tek tek karşılarına çıktığı günlerden sonra değişti. Kapitalist devletin, polis, jandarma, valilik, yargı ve müftülük gibi aygıtlarıyla tabiatı gereği sermayeden yana olduğu, hakları için gerçekten mücadele edecek bir sendika isteyen işçilere karşı, sömürü ve zulüm duvarında bir gedik açılmasını engellemek üzere tüm bu güçlerin tek bir güç haline geldiğini gördüler.

“Siz vekilsiniz, size dokunamayacakları için bize de bir şey yapamazlar” diye düşünerek, direniş alanındaki varlığımıza bu açıdan da bir anlam atfeden işçilere, “Öyle değil, mesele kimin yanında durduğumuz, patronun yanında duranın dokunulmazlığı var tabi ama işçinin yanında duranın söylediğiniz gibi bir dokunulmazlığı yok” dediğimizde aldığımız, “Yok yok, size bir şey yapamazlar” cevabı, birlikte gaz ve tazyikli su yedikten sonra değişti. “Milletvekiline bile işçinin yanında durduğu için bunları yapan devlet, hak arayan işçinin karşısına her şeyiyle çıkar” diyen işçiler, meclisi de, vekilliği de, seçimleri de, oy vermeyi de, yurttaşlığı sadece “seçmenliğe” indirgeyen siyaset anlayışını da tartışmaya açtılar.

Direnişin ilk günlerinde karşılarına dizilen jandarmayı “En büyük asker bizim asker” sloganlarıyla karşılarken, jandarma saldırısının olduğu gün, kadın işçilerden biri kalkanla vuran kendi yaşlarındaki jandarma erine bağırıyordu: “Sizin ananız bacınız yok mu, siz halk evladı değil misiniz, neden böyle yapıyorsunuz?” Jandarmanın “Benim anam bacım evde evde…” diye yanıtladığı kadın işçi tepkisini şöyle dile getiriyordu: “Evde de çalışmıyor mu onlar, hakları yenmiyor mu? Ben hakkımı arıyorum, ben ekmeğimi arıyorum…”

“Ben hayatımda karakolun önünden geçmemişim bir kere, devlet bizim ailede saygı duyulan bir şeydi. Şimdi devlet jandarma olmuş, hakim olmuş, vali olmuş, belediye başkanı olmuş önümüze dikiliyor. Ben devletin vatandaşından, işçisinden bu kadar korktuğunu, bu kadar patron dostu olduğunu bu direnişte öğrendim” diyor F. Yaşadıkları bütün baskıların aile içinde de tartışma konusu olduğunu, “Ama siz devlete karşı geliyorsunuz” diyen konu komşuya, “Niye, ben Özak patronunun beni sömürmesine karşı çıkmışım, devlet Özak patronunun devleti mi ki ben ona karşı çıkmış olayım?” cevabı verdiğini, ama sonraları “Beni sömürenin devletiyse bu devlet, vallah ona da karşıyım” demeye başladığını söylüyor.

Özak Tekstil patronu, BİRTEK-SEN’in asıl amacının ihracatı, milli ekonomiyi Urfa’daki istihdamı baltalayarak kaos yaratmak olduğunu iddia ettikten sonra, jandarmanın işçilere yönelik her saldırısında “teröristler” ifadesine başvurmaya başlaması da bir tesadüf değildi elbette. İşçiler, karşılarına dikilen tabur tabur jandarmaya önceleri “Biz terörist değiliz” diye isyan ederken, bir yerden sonra ise “Asıl terörist Özak patronu” demeye başladılar. Patronun çıkarları için alınan her kararı, son olarak İş Mahkemesi’nin yetkisi olmadığı halde işçilerin eylemini yasaklamasını da patron terörüne verilen devlet desteği olarak nitelendirdiler.

Aynı biçimde, devreye cami kapatan müftünün girmesi, aşiret temsilcilerinin, tarikat cemaat liderlerinin patron savunuculuğu yapması, hatta sendika yöneticilerinin ve direnişe destek veren Emek Partisi vekillerinin “Allahsız, kitapsız, ateist” oldukları, bu yüzden güvenilmez olduğu söylemleri karşısında işçilerin yaşadığı sorgulama, inanç üzerinden yaratılan bölünmenin politik mahiyetine ilişkin de tartışmaları beraberinde getirdi.

İşçiyi kurbanlık koyun gibi patronun önüne atan iş yasaları, güvenceyi ahirete erteleyen geleceksizlik sistemi, elden ayaktan düşürdüğü insanları yetinmeyip bir başına ölüme sürükleyen çalışma düzeni, tüm bunların dinle ve imanla örtülmek istenmesi… Bu insanlıkdışı düzeni bir haysiyet sorunu olarak görüp, bir yerden sonra da politik bir mesele olarak ele almaya başlayan Özak işçileri için “devlet” işçilere dayatılan kölelik düzeninin bekçisi, koruyucusu ve sürdürücüsü olarak somutlaştı.

‘Örgütlü olmazsan unutursun’

“Ben kapı kapı dolaşıp oy topladım bunlara. Kim ne laf etse karşısında durdum. Ailemi, kardeşimi, komşumu ikna ettim oy vermeye. Şimdi eşime diyorum ki bir daha bunlara oy verirsen seni boşarım.”

Bunu söyleyen işçi, kapı kapı dolaşıp oy istediği AKP Urfa vekillerinden biriyle yaptığı telefon görüşmesinin ses kaydını almış, bana dinletiyor: “İşveren de zor durumda, adam kapatıp giderse ne olacak. Siz tek taraflı düşünüyorsunuz, ben yatırımcıyı, işvereni düşünmek zorundayım. Zorluk çıkarmayın” diyor, ismi bende saklı vekil. “Biz zorluk peşinde değiliz, ekmeğimizin derdindeyiz” diye yanıt veriyor vekile işçi. “Ekmek mi yok, adam ekmeğinizi veriyor zaten” diyor vekil. AK Parti için verdiği emeği anlatıp, “Zor zamanımızda yanımızda yoksunuz. Daha bundan sonra bizim kapımızı oy için çalmayın” diyerek kapatıyor telefonu. Ses kaydını almasının sebebini ise “Sonra bunlar çıkıp ben öyle demedim der seçim zamanı, hele o zaman olsun, bunları hep koyacağım önlerine” diyerek açıklıyor.

Çoğunluğu AKP’ye oy veren, hatta AKP üyesi olan Özak işçileri, bu süreçte siyaseten girdikleri sorgulamadan “Bu iktidar kimin iktidarı, bu vekiller kimin vekili, bu belediye başkanı kimin başkanı?…” sorularına “Patronların” cevabını vererek çıktı.

Pek çok direnişte yaşanan bu deneyimin kalıcı ve politik olarak da dönüştürücü bir bilgi halini alması, bir politik tutuma dönüşmesi çok kolay değil. Yaz aylarında Antep’te yaşanan Şireci direnişinde de görüldü. Bir işçi hayatını sürekli, direnişte, örgütlenmede, grevde geçirmiyor. İşçilerin örgütlülüğü, sınıf mücadelesinin içindeki sürekliliği kesintiye uğrayıp eski yaşamına dönünce tekrar eski değer yargıları, eski toplumsal ve siyasal ilişkiler hakim olmaya başlıyor ve yine aynı kodlara dönüyor. Sermaye düzeninde tüm bir sistemin işçilerin gündelik yaşamını her veçhesiyle kuşattığı, bu kuşatmanın kalıcı politik ilişkilerle, toplumsal ilişkilerle kırılmadığı her durumda hegemonik olanın işçinin sınıf deneyiminden çıkardığı sonuçları zamanla sildiği gerçeği orta yerde duruyor. 

Sınıfın tarihsel rolü ile sınıfsal bilinci, örgütlülük düzeyi arasında kendiliğinden güncel bir örtüşme olmasını ve bunun sürekliliği olan keskin bir dönüşümü kendiliğinden getireceğini düşünmek idealist bir yaklaşım. İşçilerden biri bu gerçekliği şu cümlesiyle özetliyor: “Zaman geçip de yine sabah işe git, gece eve gel, aynı televizyonları izle, aynı insanlarla düş kalk olunca insan unutur. Biz değiştiysek etrafımızı da değiştirmemiz lazım. Bizi değiştirenin ne olduğunu unutmamamız lazım. Ama bu da insana bırakılmaz, örgütlü olmazsan unutursun. İşte bu yüzden biz bu fabrikaya sendikamızla girmek istiyoruz.”

İşçilerin büyük çoğunluğu direniş boyunca yanlarında olup destek veren Emek Partisi’nin varlığının “güç vermesinden” bahsederken, bir yandan da “öğreticiliğini” de vurguluyor. “Oyumuz size” diyorlar önce, sonra işçilerle EMEP’in “oy vermekle sınırlı bir seçim partisi” olmadığını tartıştıkça, bir sınıf olarak örgütlenmenin ne anlama geldiğini, partinin bu açıdan işlevini konuştukça işçilerin zihnindeki taşların yerinden oynadığını görüyoruz. EMEP’in Ankara’daki genel kongresine katılan işçilerden F.’nin, “Ne demek istediğinizi anladık, ülkenin her yerinden işçiler vardı kongrede. Bize destek veren herkes orada bir aradaydı. Kendimizi çok güçlü hissettik…” sözü bu açıdan kıymetli bir yerde duruyor.

Sınıf dayanışmasının öğreticiliği

Direniş boyunca işçilerin gözleri kulakları sürekli sosyal medyada. Ülke içinde ve sınırların ötesinde yapılan her dayanışma eylemini, paylaşılan her dayanışma videosunu takip ediyor, hızla gruplara atıyorlar. Daha önce bilmedikleri sendika isimleri, dernek ve parti isimleri öğreniliyor bu paylaşımlarla… Sınıfın enternasyonal bir güç olmasının önemi fark ediliyor. Dünya çapında yapılan eylemler, ülke içinde yükseltilen ses moral ve güç veriyor.

“Şu fabrikaya sendika bir girsin, bu dünyada nerede bir işçi eylemi olsa fabrikadan dayanışma mesajı göndereceğiz valla” diyor A. “Neden” diye soruyorum, “İnsan çok güçlü hissediyor ya. Bak ta Almanya’dan selam gelmiş bize, gurur duyuyorum, ihtiyaç var yani…”

Bu ihtiyacın “niteliğine” ilişkin yapılan tartışmada işçiler, “Ama işi durduracak, fabrikalarda üretimi zorlayacak bir şeyler olmadıkça zor yani” diyorlar. Bunun nasıl mümkün olacağını konuşurken, işçi H., direnişin deneyimiyle öğrendiği bir gerçeği, sınıfın kolektif hafızasında yer alan ve ama sınıf mücadelesi içinde öğrenilen o gerçeği söylüyor: “Lan oğlum sanki siz bundan önce başka bir yerde yapılan grevi direnişi bilip de bir kere iş bırakmışsınız yav… Haberimiz bile olmuyordu oğlum kimin ne yaptığından. Bir kere demiş misiniz ki bak orada işçiler hakları için direniyor, biz de destek olak! Örgütlü olmayan, sendikası olmayan, sendikası dik durmayan işçi kendi kendine nasıl iş bıraksın! Biz bu sendika olmadan niye içeri girmek istemiyoruz? Sadece kendimiz için değil ki… Bu organizede işçilerin önünü açacağız. Bizden sonra kafasını kaldıran herkes, biz sendikayla girersek bizden destek görür. Bunu da herkes bilsin ha…”

İşçi H.’nin sınıfsal sezgileriyle, direniş deneyimiyle, direniş boyunca yaptığımız tartışmalarla öğrendiği bu gerçek, karşısındaki sınıfın, işçilerden daha örgütlü olan sermayenin çoktan bildiği, tam da bu nedenle Özak işçilerinin direnişi başarıya ulaşmasın diye ellerindeki tüm olanakları seferber ettikleri gerçek.

Özak işçilerinin seçtiği mücadeleci sendika BİRTEK-SEN’in havzadaki bu kölelik düzeninde açacağı gediğin, sınıfsal bir gedik, tüm havzaya ve ülkeye yansıyacak sonuçları olan bir kazanım olacağını bilen sermaye, tam da bu yüzden Urfa’yı, sermaye düzeninin devletin tüm olanaklarıyla işçiye karşı açtığı savaşın muharebe alanı haline getirdi.

Avrupa’nın birçok kentinde Özak işçileriyle dayanışma amacıyla, Levi’s şubeleri önünde eylem yapıldı

Sendikal bürokrasinin ‘Devrimci’ etiketli neferleri!

Özak Tekstil direnişi, işçilerin insanca yaşam ve hak mücadelesinin karşısında büyük bir tehdit olan sendikal bürokrasinin yalnızca adı sanı belli yandaş sendikalar olmadığı gerçeğini de ortaya serdi. Bağımsız bir sendika olan BİRTEK-SEN’in öncülük ettiği bu direniş, ilk 17 gün, bütün çabalara rağmen yalnız bırakıldı. İsminde ve cisminde “Devrimci” ifadesi geçen sendika konfederasyonları ve sendikalar dahil olmak üzere, önce sessizlikle izleyen pozisyonda kalanlar, ülkenin dört bir yanında Özak işçilerinin direnişi kamuoyuna mal olup, direngenliğiyle açık bir mesaj verince çeşitli mesajlar yayınlamak zorunda kaldılar. İşçilerin ekonomik katkılarla ve fiziksel olarak da eylemlerle desteklenmesi belirli bir kısıtlılıkla mümkün olabildi. Bu durum, sendikal bürokrasi dediğimizin yalnızca belli bir kesim sendikayı kapsamadığı gerçeğini gözler önüne sererken, önümüzdeki dönem, özellikle bölgede yükselecek olan sınıf mücadelesi karşısında kimin nasıl bir tutum alacağının da açık göstergelerinden biri haline geldi.

Direnişin işçilerin büyük kararlılığı ve direncine rağmen, işçi sınıfının apaçık olan yoksulluk ve zorlu hayat koşulları karşısında sayıca azalarak devam etmesinde, sermaye devletinin tüm aygıtlarının apaçık şiddeti kadar, kendisini muhalif olarak ifade eden çeşitli güçlerin de seyirci pozisyonunda kalarak direnişi güçlendirmekten imtina eden tutumu da sorumlu. Bu direnişin, kendi konforlu sendikacılıklarının rahatını bozan bir tarihsel güç, bölgeden başlayarak tüm ülkeye yayılacak bir değişimin örneği, sınıfa örnek teşkil edecek bir mücadele deneyimi olduğunun gayet bilincinde olarak “yapmadıklarıyla” anılacaklar. Tarihin hesap defterine; işçilerin karşısında duran sermaye ve devlet güçleri kadar, sendikal bürokrasinin aparatı her renkten sendikal anlayışın bu temsilcileri de yazılacak.